13 Aralık, 2011

and the wind won't blow it away

Bütün gece uyuyamadım. Bir sağa, bir sola. Kötü rüyalarımın beni terk ettiğini düşünürken, bir gece önce gördüğüm rüyayı anımsadım. Fark ettim ki, kabuslarım devam etse bile artık gece uykularımdan uyanmıyorum ve uyandığımda onları hatırlamıyorum. Hayatta ne çok şeyi geride bırakıyoruz. İnsan, kendi hayallerini bile unutuyor. 
Ben küçükken yazar olmak isterdim mesela. Kocaman bir kadın olana kadar bunu istedim. Ayrıntıları çok önemsediğim için belki, ortaokuldan lisenin sonuna kadar onlarca deftere yazılar yazdım. Acemi, içten, komik. 
Sonra bir şey oldu, unutmanın bir mesele olmadığını fark ettim. Unuttuğun hiçbir an(ı) veya senden giden hiçbir sızı yok olmuyor. Sana ait bir başka şeye dönüşüyor. Bakışına, duruşuna, yürüyüşüne yansıyan 'bir şey' oluyor.
Zaman geçtikçe kayıt altına alma güdümü de kaybediyorum. Bordeaux'ya geldiğimden beri neredeyse hiç fotoğraf çekmedim. Yürüdüğüm sokakları sadece yaşamak istedim, elimdeki makine bir yük olmaktan öteye gitmedi. Birkaç kez yanıma almış olsam da, deklanşöre üçten fazla bastığımı hatırlamıyorum.
Bazen akan suyu öylece izlemek gerek galiba.

11 Aralık, 2011

Moleskine

Ajanda kullanmayı alışkanlık haline getirdiğimden bu yana, hayatım düzene girdi. Son günlerde  Ocak ayında teslim edilmek üzere çokça proje verildiği halde, defterlerimin arka sayfalarına not alarak biraz oyalandım. Bu akşam -biraz buruk da olsa- bir ajanda almak üzere Mollat'a gittim. Burada Moleskine pek yaygın değil. Bulabildiğim nadir kitapçılardan birisi Mollat, Gambetta meydanında. Moleskine'in geçen yıldan beri değişik renkler ve 'Cover Art Collection' adı altında desenli ürünler çıkardığının farkındaydım. Ancak, alıştığım şeyler konusunda biraz tutucu bir yanım var. Bildiğim ve kullandığım 'klasik' ürünü almaya hep daha yatkınım. Değişik renkleri denemiş olsam da, desenli olanlara ilk kez bugün alıcı gözüyle baktım. 
Marka-sanatçı işbirliği 80'lerden sonra oldukça yaygınlaşmaya başladı. Özellikle moda-çağdaş sanat ikilisini, sokak sanatçıları ile çalışan markalar izledi. Louis Vuitton ile işbirliği yapan Takashi Murakami, çağdaş sanat ürünlerini satın almaya gücü yetmeyen tüketicinin bu tatmini kullandıkları ürünlerde yakaladığını söylüyordu bir röportajında. Bir tüketici gözüyle baktığımda, benim için henüz çekici bir durum değil. Fakat hiç olmazsa anlaşılabilir bir durum olmaya başladı. Moleskine'in yeni koleksiyonunu da belki bu nedenle ilk kez inceledim. Her ne kadar, alıştığım ajandamı satın alıp çıkmış olsam da, 2011'de Paul Wang ve Ricardo Cabrai ile çalışan Moleskine'in, 2012'de de yeni sanatçılarla devam edip etmeyeceğini merak ediyorum. İzleyip, başka markaların benzer çalışmalarına da açık olmaya niyetlendim. Murakami'nin bahsettiği anlamda bir tatmin için olmasa da, bir ürünün yaratılış sürecine bir sanatçının katkıda bulunabileceğine inandığımdan olsa gerek.

10 Aralık, 2011

Eauology

Hiçbir kararı kolay veremediğimden dolayı, günlük hayatım yeteri kadar zor. Zaman kaybetmek konusunda üzerime yok. Dün, Paris'te bitmeyen grevler yüzünden Bordeaux'ya gelemeyen hocamızdan dolayı evdeydim ve öyle çok uyudum ki 09.00-12.45 ile 16.00-19.00 saatlerinde açık olan mahalle bakkalımıza son anda yetiştim. Almak istediğim şey, bir şişe suydu. Bildiğiniz su.
İstanbul'dan adaya yaptığım bir yolculuk sırasında, elimdeki dergide Swarovski taşları ile süslenmiş bir Bling H2O şişesi gördüğümde gülmekten  kendimi alamamıştım. Bir tüketici için nasıl bir tatmin olabilirdi ki bu? Buraya geldiğimden beri  herkes bir lüks tanımı yapıyor çevremde. Fakat bu işin iki boyutu olduğu aşikar. Birincisi ürün kalitesi, ikincisi ürünün süsü/paketi/sunumu. Bir Bling H20 şişesinin içerisinde de su var en nihayetinde. Alan alır, kimseye neden diye sorulmaz. Lüks dediğin, tüm tanımların ötesinde, kişiye özel bir deneyim.
Swarovski taşlarını unutup, şişenin içine baktığımızda, su tadımı bütün bunlardan ayrı ve ilginç bir konu. Seminerine gittiğim bir somelyeye, şarap tadımı mı daha kolay sizin için, su tadımı mı dediklerinde, hiç tereddütsüz su diye cevap verdi. Her tadın, kokunun ve görünümün ayrı bir önem taşıdığı Fransızlar için ise elbette su önemli bir mevzu. Lüks bir restorana girdiğinizde, 7-8 çeşit normal, 12-15 çeşit ise maden suyu/soda markası görebiliyorsunuz. (Maden suyu (mineral water) mineral sayısı 500 mg/l den az olmayan sulardır, soda (sparkling water) ise karbondioksit eklenmiş herhangi bir su olabilir) Doğada, kendiliğinden karbondioksit barındıran az sayıda su kaynakları var ki bu suyun tadını etkilediği gibi değerini de oldukça yükseltiyor. Bunların başında şişesi 6.5 dolar olan Chateldon geliyor. Üretimi çok az olduğu için yalnızca Fransa'da ve seçilmiş özel restoranlarda bulunabiliyor.
Mahalle bakkalımızda su reyonunun önünde dururken, birkaç hafta önce yapmış olduğumuz su markaları sunumlarını düşündüm. Fakirin 'Chateldon'u denilen Bandoit (Evian grubuna ait), benim sunduğum İtalyan markası San Pellegrino (Nestle), hemen yanında ise Perrier (Nestle) duruyordu. Alt sırada ise Evian, Vittel, Crystalline'ın gazsız suları vardı.
Düşündüğüm, hangi suyu alacağımdan öte bir şeydi elbette. Suların tanıtıldığı sunumdan sonra, sokakta yürürken dahi insanların ellerindeki su şişelerine bakar olmuştum. San Pellegrino içen insan kimdi? Sofistike, damak tadına düşkün ve elbette musluktan akan suyu içebilecekken bir şişe suya .99 avro verebilecek kadar cömert kimseler.   Gerçek bu muydu? Bir pazar sabahı, trama üstü başı dağınık, açıkça akşamdan kalmış, üzerinde herhangi bir marka taşımayan bir kız bindi. Elinde büyük bir şişe San Pellegrino vardı. Belli ki daha ucuz markalar varken, San Pellegrino'yu bilinçli bir şekilde seçmişti. Bunun tek açıklaması ise, tadını seviyor olmasıydı. 'Bir şey' olma ve 'bir kimse' gibi görünme çabasında değildi. Bir suya .99 avro vermek bir lüks ise, bu kız için bu lüks bir gösteriş değil, bir deneyimdi. 
Tanımadığımız bir insanın üzerindeki paltodan, elindeki çantadan, saçındaki tokadan, o insana dair ne çok çıkarım yaptığımızı fark ettim. Üzerimizde taşıdığımız markalar, o an yanımızdan geçen birisi için bir anlamda bizim kimliğimiz oluyordu. 'Kalite'den keyif almak elbette güzel bir şey. Ancak ayırt edemediğim şey, bir 'marka'yı üzerinde taşıyan kişinin, o markanın isminden dolayı mı yoksa yaşattığı deneyimden dolayı mı keyif aldığıydı. Ürün seçimleri, markaların çağrışımlarından ötürü ne denli otomatikleşmişti?
Para dediğimiz pis bir şey. Eğer çokça sahipsen, çokça harcarsın. Fakat bu marka-kimlik eşleşmesinin çoğunlukla sahte olması bana komik geliyor. Yediğimiz, içtiğimiz, seçtiğimiz renk, elbette kendimizi yansıtış biçimimizdir. Ancak kimse tutup da Louis Vuitton mağaza açılışlarına koşarak giden Çinli kadınların, kendilerini yansıtmak için orada olduğunu söyleyemez. Bu bir çılgınlıktır, hastalıktır.
Lüks dediğimiz kavramı, o an o tramda o kız yaşıyordu. Ben de aklımda onun görüntüsü ile kendime bir San Pellegrino aldım bakkalımızdan, ve daha fazla vakit kaybetmeden çıktım. 

05 Aralık, 2011

somewhere over the rainbow

Uzunca zaman oldu, bir başıma kitap sayfası karıştırıp güzel müzikler dinleyemedim. Kış geldi bu arada Bordeaux'ya. İki parça şapka aldım ama hala eldivensiz dolaşılıyor sabah soğuğunda. Baharın son günüydü, Dune of Pyla'ya tırmandım. Kum bazen su kadar iyi geliyormuş insana. 
Dün, 50 kişinin önünde sunumuma başlarken ellerim titredi. Sahne heyecanını sevdiğimi bir kez daha fark ettim. Yalnızca ilk cümleme çalışmıştım. İlk cümleyi söylerseniz, gerisi kendiliğinden gelir. Geri kalan cümleleri ezberlemek ise, yalnızca kötüleştirir işleri. Üçüncü cümlem, sınıfın en arkasında beni izleyen Orient Express otellerinin ve trenlerinin sahibini gülümsetince, her şey kolaylaştı.
Tesadüfler güzel şeyler diye düşündüm eve dönerken. Üç yıl önce, Sirkeci garında plansızca karşım(ız)a çıkan orijinal Orient Express bunlardan yalnızca birisi. Bugünlerde her şey bir zincir gibi dökülüyor hayatıma...

06 Kasım, 2011

Age and Beauty



Ari Seth Cohen'in 'Advanced Style' adlı blogundan yola çıkılarak Lina Plioplte tarafından çekilmiş bu kısa film, insanı gençliğinden utandırabiliyor.
Bill, dün Cross Cultural Management dersinde, en arka 5 sırada oturan tüm Fransız kızlardan ayağa kalkmalarını rica etti, arkasını döndü ve kızların giymiş olabilecekleri kıyafetleri saydı. Kıyafetleri birer birer incelediğimizde yanılmadığını gördük. Elbette kimisi belli parçaları üzerinde daha güzel taşımıştı veya seçmiş olduğu kombinasyonlarla farklılaşmıştı. Ancak temelde, seçilen ürünler aynıydı. 'New York'a gitseniz, köşeden dönecek olan kadının ne giyeceğini asla tahmin edemezsiniz' diye devam etti Bill. 'Kimisi leopar desenli bir bluz, kimisi kırmızı mini bir elbise, kimisi yüksek bel bir kot pantolonla karşınıza çıkabilir'
Haksız sayılmaz Bill. Fransız kadınlarının şıklığına elbette bir lafımız yok. Paris sokaklarında gözlerimi alamadığım çokça kadın gördüm. Üstelik, quality/quantity oranını Amerikalılara kıyasla oldukça yüksek tutmaları şıklıklarının ağırlığını veren bir avantaj. Fakat buna paralel olarak özgürleşmek de gerek sanırım. Bu renkli güzel kadınlar gibi, özgüvenle. Önce kafalardan başlayarak. 

04 Kasım, 2011

La cuisine bordelaise

Cannelé, Bordeaux'ya özgü hafif bir tatlı çeşidi. Geldiğim ilk gün sokaklarda dolaşırken gözüme çarpmıştı. Küçük butiklerde, macaronların hemen yakınında bulunabileceği gibi, market raflarında da insanın karşısına çıkıyor. Dışı sert, içi yumuşak, karamel kokulu bu küçük tatlı, öğlen çayıyla güzel gittiği gibi çeşitli şarap ve şampanyalarla da tercih edilebiliyor. Süt, yumurta, şeker ve unun yanında aroma vermesi için tatlıya rom ve vanilya da ekleniyor. Adını ise  içinde pişirildiği, normalde tarçın için kullanılan, küçük bakır kalıplardan alıyor. 
Alçakgönüllü bir tatlı bence Cannelé. Can alıcı bir özelliği yok. Ama tam da bu yüzden, Bordeaux'nun güzel bir yansıması olduğu için, buralara gelindiğinde denenmeli...

24 Ekim, 2011

Sag mir wo die Blumen sind

Birkaç gündür vaktimi evde geçiriyorum. Elimde bir iki kitap, önümde bilgisayar, her an açık bir şişe şarap ve evdekilere alışmanın verdiği rahatlıkla ara ara edilen keyifli sohbetler. Hava ılık, camlar açık, yağmur kokusu evin içine dağılıyor. Bahçe kapısından ise toprak ve çim kokuları geliyor.
Gazeteleri takip ediyorum. Ülkende neler oluyor diyor insanlar. İçim acıyor. Önce şehit haberlerini okuyorum. 'Hakkari, Çukurca ilçesinde ölen şehitlerin isimleri belli oldu...' 'Piyade Çavuş.. Jandarma Üsteğmen...Piyade Er...' İnsanlar toplanıyor, bir oluyor, terörü lanetliyor. Yürüyüşler, protestolar. Haklılar elbette. Fakat facebook sayfama bakıyorum. Akıl almaz iletiler, sağduyudan yoksun, öfke dolu. Birkaç gün geçmiyor ki, ülkem bir deprem daha yaşıyor. Sayfanın sol kısmında, 'Bazı köyler haritadan silindi' yazıyor. Sağ kısmında ise '54 PKK'lı öldürüldü!', bir kutlama haberi gibi. 24 şehide karşılık 54 ölü. Facebook sayfasında iletiler devam ediyor. 'İntikam!' Sonra tutuyor bir spiker 'Deprem her ne kadar Van'da da olsa, hepimiz üzüldük' diyor. İnsan söz bulamıyor. Öte yandan, ölüm kokusu her yanı sarmışken, deniz feneri ve hizbullah tutukluları sessizce bırakılıyor, memura yapılan mesai zammı 10 kuruşa çekiliyor, öğrenci harçları arttırılıyor. Fakat bunlar dillendirilmiyor elbette, Tayyip paltosu ve kaşkoluyla Van'ı ziyaret ederken gerçekleşen 4.2'lik artçı deprem konuşuluyor yerine. 
Sahi ülkemde neler oluyor? Ölüm acısını dindirmek için başka ölümleri kutlamaya dönüştürdüğümüzden mi bahsetmeli, yoksa depremi ilahi adalet ilan eden insanlarımdan mı. 
Birileri oturdukları geniş koltuklarda kararlar alıyor. Yol yordam belirliyor. Sonra benim elleri titreyen annelerim 'Vatan sağolsun' diye avunuyor. Bir zamanlar aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarım ise 'cumartesi annelerine' bakıp, 'çocuğuna sahip çıksaydı' diye yorum yapabiliyor. İnsaf. 

Loewe



İspanya'nın lüks markalarından biri olan Loewe, 1975 yılından beri Amazona çantalarını el işçiliği ile üretiyor. Her bir ürün, yaklaşık 60 farklı parçanın 250 değişik işlemden geçmesi ve 4 ayrı ustanın 45 aracı kullanmasıyla elde ediliyor. '50 yıldan fazla bir süredir bizimle çalışmakta olan ustalar var' diyor şu anda ürün tasarımını yürüten İngiliz Stuart Vevers. Video ise bu özenli çalışma sürecini anlatmak için Robert Clarke tarafından hazırlanmış.

19 Ekim, 2011

Rilke

Akşamın erken saatlerinde, canınız bir kahve çektiyse ancak karnınız aç değilse, oturup kitap okuyacak bir yer bulmak imkansız. Böyle zamanlarda ne yapacağımı bilemeden dakikalarca dolaştığımı biliyorum. Dün, ılık hava sayesinde, nehir kıyısında bir bankta Pavese'yi bitirdim. Çantamda kalan son iki macaronu yerken, evden çıkmak üzere okuduğum maili düşündüm. 'Bu gece iç, iç, iç ve pasta ye...' diyordu kelimelerini sevdiğim bir kadın. Doğum günlerine dair şimdiye dek duyduğum en doğru şeyi söylemişti belki; 'Çok şey beklemiyorsun ama beklemediğin iyi bir şeyler olsun istiyorsun'
Pasta yiyemedim, fakat çokça içtim. Biraz viski, üzerine birkaç bira. Son tramı kaçırana dek konuşup güldüm La Grange adlı barda. 
Sabaha karşı uyanıp, Rilke okudum bu kez. Düşündüm ki, kaskatı direnmek yerine, ağırlığını duyumsamayı bırakıp yüzleşmek gerek belki iyi ve kötü her şeyle.
Okumak güzel, okudukça uyanmak...
'Lass dir alles geschehen: Schönheit und Schrecken.
Man muss nur gehen: Kein Gefühl ist das fernste.'

18 Ekim, 2011

Quatre jours à Paris

Büyük şehri özlemediğimi, Montparnasse'da trenden indiğimde anladım. Valizleriyle merdivenleri inen ve çıkan onlarca insan sesi, insan yüzü. Her büyük şehirde olduğu gibi, durmak bilmeyen bir hız ve kalabalık.
Metro hatlarını gösteren haritada bana en uygun hattı ararken, Paris'te seveceğim tek şeyin metro hatları olacağını henüz bilmiyordum. İlk iki gün Paris sokaklarında heyecanla dolaştım. Kaldığım ev, şehrin kuzey sınırına yakın Porte de Clignancourt durağındaydı. Montmartre'e yürüyerek gidilebiliyordu. Eskiden Lautrec'in, Picasso'nun Modigliani'nin dolaştığı ve resimler yaptığı sokaklarda çokça turist görmeyi elbette bekliyordum. Ancak, bundan öte hoşuma gitmeyen bir şey vardı. Bu, para kazanmaya çalışan ressamlardan uzaklaşıp, Seine nehri kıyısına kadar yürüdüğüm sokaklarda da vardı. Paris, sanki güzel yüzü ve bozulmamış makyajıyla ölü gibi uzanan bir kadındı. Ruhu bir zamanlar vardı, yaşamıştı, ama şimdi yoktu. Ölü olup olmadığını bilemiyordum. Sanki, üç ay bir çatı katında yaşasam, sevecektim Paris'i. Penceresinde sigara içsem, sokak başında bir boulangerieden ekmek alsam, günlük hayatına dahil olsam, şehre dokunabilecektim. Ama dört günde sevemedim. Benim için üstü açık bir müzeden öteye gitmedi. Pont des Arts'da oturup keyifle Pinot Noir içerken, koşarak Louvre'a yumruk atmak istedim. Yıkılacak bir sunilikle dikiliyordu çünkü kıyıda.
Kaldığım yerde rahat edemediğim için son gece Montparnasse garının karşısında bulunan Hotel de Paris'nin 42 numaralı odasına geçtim. Eskiden bu otellerin en pahalı ve en güzel odaları alt katlarda olurmuş. Bu nedenle asansör bulunmazmış. Üst kattaki odalar küçük olup burada kalanlar katta bulunan ortak tuvaleti kullanırlarmış.
Lobideki kadın bu nedenle bana üst katlarda içinde duşu olan bir odası bulunduğunu söyledi. Asansör biraz eski ve yavaş olmakla beraber beni beş kat çıkarmaktan kurtardı.
Paris'te geçirdiğim en keyifli zamanlardan biri, Musée d'Orsay'da harcadığım 2 buçuk saatti. Manet, Millet, Gaugin, Van Gogh resimlerinin yanında Rodin heykelleri oldukça etkileyiciydi. Bunların yanında Viktorya çağına tepki olarak doğan, l'art pour l'art (sanat uğruna sanat) sloganı ile bilinen 1880'li yıllarda gelişen estetik akımdan kalma eserleri (çizim, eşya tasarımları, aksesuarlar, mobilya üzerine yapılan resimler) oldukça ilgiyle inceledim. Musée d'Orsay'dan sonra, Louvre'un da üzerinde bulunduğu Rivoli Caddesinde, Des Arts Décoratifs müzesine girdim. Ünlü moda tasarımcısı Hussein Chalayan'ın sergisi ile karşılaşıp ilk kata çıktığımda ekrandan gelen Sertab Erener'in sesini duymak biraz garipti, hoştu da bir yandan. Oturup iki kez dinledim şarkıyı, üzerindeki kostümden elbette daha güzeldi sesi.
Son akşamımı Odéon bölgesinde bir başka arkadaşımla yemek yiyerek geçirdim. Lüks restoranların bulunduğu fakat  turist işgali altında olmayan bir bölge Odéon. Fransız mutfağından çeşitler bulabileceğiniz küçük ve samimi mekanlar var. Müze yorgunluğumu havuçlu dana yanağı ve 'ile flotante'  denilen (floating island) yumurta akı ile yapılan ve créme anglaise içinde yüzen  hafif bir fransız tatlısı ile attım.
Trene binmeden önceki saatlerimi Pére Lachais'e ayırmıştım. Mezarlığa girer girmez sağa dönüp elimdeki plana dahi bakmadan Yılmaz Güney'i gördüm. Sonra sırayla devam ettim. Oscar Wilde tek başına mezarlığın en sağ üst ucundaydı. Edith Piaf ile Modigliani, Chopin ile Mano Solo ise karşılıklı sayılırlardı. Chopin'in başında biraz bekledim, kalabalık geçene kadar. Laplace'ı unutmadım, Modigliani'yi de selamladım. Jim Morrison bir turist grubunun işgali altındaydı, turun başındaki adam The Doors'dan şarkılar mırıldanıyordu. Balzac yol üzerindeydi, aramadan gözüme çarptı. Ahmet Kaya'yı ne yaptıysam bulamadım, haritada da ismi görünmüyordu, tek tek mezarlara bakarak bulmak ise neredeyse imkansızdı. Trenime yetişmek için koşarak dönmek durumunda kaldım. 
Beklediğimden farklı bir dört gün oldu. İyi ve kötü hislerle doldum. Mutlu-mutsuz ve biraz yalnız. Bir de, otelleri sevdiğimi fark ettim. Küçük odalı ve büyük pencereli otelleri.

12 Ekim, 2011

Yalnız Kadınlar Arasında

'Yürürken, on yedi yıl önce Torino'yu terk ettiğim, bir insanın başka insanı kendisinden daha fazla sevebileceğine karar verdiğim akşamı düşündüğümü anladım. Oysa gerçek isteğimin dışarı çıkmak, dünyaya adım atmak olduğunu, adım atabilmek için de böyle bir gerekçe, böyle bir bahane gerektiğini kendim de biliyordum. Beni kendisiyle birlikte götürüp, bana bakabileceğini sandığında Guido şaşkına dönmüştü, bilinçsizce sevinmişti, oysa her şeyi başından biliyordum. Elinden geleni yapmasına, çalışıp çabalamasına izin verdim. Yardımcı bile oldum ona, onunla birlikte olmak için işten erkenden çıkıyordum. Morelli'ye göre derdim, başımın belasıydı o. Üç ay boyunca gülmüş, Guido'yu da güldürmeye çalışmıştım: bir şeye yaramış mıydı? Benden ayrılmasını bile beceremedi. İnsan bir başkasını kendinden daha fazla sevemez. Kendini kurtarmayı beceremeyeni, kimse kurtaramaz'
Buraya geldiğimden beri iki-üç kitabı aynı anda okuyorum. Geceleri uyumadan Büyücü'yü elime alıyorum . Çok içtiğim geceler -haftanın 3-4 gecesi- sabah 6'ya karşı uyanıp baş ucumdaki lambayı yakıp Büyücü'ye devam ediyorum, gün ışıyana dek. 
Tramlarda ise Pavese yanımda oluyor. 42 yaşında kendi hayatına uyku hapı içerek son vermiş Cesare Pavese. Tezer Özlü'nün peşine düştüğü Pavese.
Romanının her sayfasında Torino sokaklarında dolaşır gibiyim..
Küçük bir valiz hazırlamalı şimdi ve Büyücü ile uyuyakalmalı yeniden. Sabah ilk trenle Paris. Montmartre'da oturup yağmur altında kahve içmek istiyorum bir başıma.

11 Ekim, 2011

La Guerre des Boutons

Geçtiğimiz hafta sonu bütün bir gün Paris'ten gelen bir arkadaşımı gezdirdikten sonra kendimi son seansını yakaladığımız Düğme Savaşları'nın gösterildiği bir salonda buldum. Arkadaşım filmin ismini görür görmez filmi izlememiz gerektiğini söylemişti, fakat filmin 2011 yapımı olduğunu ancak filme girdikten sonra fark ettik. La Guerre des Boutons, Louis Pergaud romanın bir uyarlaması. İlk film, Yves Robert yönetmenliğinde 1962 yılında çekilmiş. 1994 yılında John Roberts yönetmenliğinde tekrar edilmiş. Ben, Jeux d'enfants filminden adını duymuş olduğum yönetmen Yann Samuell'in 2011 versiyonunu izledim. Film, yıllardır anlaşmazlık yaşayan iki kasabanın çocuklarının oyun olarak başlayıp çeteler arası savaşa dönüşen maceralarını anlatıyor. Hikayede, çocuklar üzerinden savaşa, şiddete, hiyerarşinin oluşumuna, iktiar savaşlarına ve romanın yazıldığı döneme yapılan eleştiriyi dolaysız bir şekilde görebiliyorsunuz. Çatışmalarda galip gelen taraf, savaş ganimeti olarak esir aldıkları çocuğun kıyafetlerindeki düğmeleri koparıyorlar, filmin ismi de buradan geliyor.
Filmden sonra en çok akılda kalan diyaloglardan birisi, çatışma sırasında bir çocuğun 'si j'aurais su, je ne serais pas venu' yani 'eğer bilseydim, gelmezdim' demesi. Üstelik cümleyi şaşkın ve saf haliyle yanlış kurup 'si j'aurais su, j'aurais pas v'nu' diyor ki bu da hikayenin üzerine oldukça oturuyor.
2011 uyarlaması, Jeux d'enfants gibi gereksiz bir filmden dolayı sempati beslemediğim Yann Samuell için bence oldukça başarılıydı. Ancak eve gelir gelmez 1962 yapımını da indirdim, en uygun zamanda izlemek üzere...

05 Ekim, 2011

Découverte du vignoble

Keşifler için en güzel başlangıç haritalardır. Resmi bir bütün olarak görmek, parçalara ayırmayı ve gidilecek bölgeleri sıralamayı kolaylaştırır.
Bordeaux, 120,000 hektar ile Fransa'nın en geniş bağlarına sahip şehir. Değişken toprak yapısı ve mikro-iklimi ile kırmızı, beyaz, pembe, tatlı ve köpüklü şarap üretimine uygun bir potansiyele sahip.  Bu nedenle yılda ortalama 6 milyon hekto litre şarap üretiliyor. 
Kırmızı şaraplarda kullanılan üzüm çeşitlerine bakıldığında, güçlü bir alkole sahip, yumuşak ve yuvarlak şaraplar veren Merlot, Saint-Emilion bölgesinde baskın olan üzüm çeşitlerinden birisi. Zengin tanenli, derin, kompleks aromalı şaraplar veren Cabernet Sauvignon ise daha çok Médoc bölgesini temsil ediyor. Libourne bölgesinde yoğun olarak rastlanan Cabernet Franc ise güçlü alt aromalara sahip üzümlerden bir diğeri.
Beyaz şaraplarda kullanılan üzüm çeşitlerine baktığımızda, Sauvignon  Entre-Deux-Mers bölgesinin meyveli sek şarap veren ana üzümlerin başında geliyor. Sémillion ise, botrytis olarak bilinen asil küfü kullanarak zengin, altın rengi tatlı şaraplarda kullanılıyor.
Haritaya baktığımızda 5 ana bölge görüyoruz. Nehrin sol kıyısında, kuzey-batı bölgesinde Médoc bulunuyor. Médoc kelimesi, Latince'de 'in medio aquae'dan gelmekte, yani 'suyun ortasında' demekmiş. Napoleon Bonepart'ın isteğiyle hazırlanıp Bordeaux'nun en prestijli sınıflandırması olan 1855 klasifikasyonu, bir şato hariç (Graves bölgesinden Chateau Haut-Brion) tamamen Médoc bölgesindeki şatolardan oluşuyor. Bu nedenle önemli bölgelerden birisi olarak görülüyor.
Kuzeyde bulunan Blaye-Bourg bölgeleri ziyaretçilerin en sıcak karşılanacağı bölge olarak anlatılıyor. Küçük küçük taş evlerin bulunduğu alanda bağlar çoğunlukla nehri görüyor. Bölgeye özgü yemeklerin sunulduğu restoranlarda ise keyifle karın doyurmak mümkünmüş.
Doğu bölgesi Saint-Emilion, Pomerol ve Fronsac'dan oluşuyor. Dordogne nehrinin sağında bulunan bu alanda dünyaca ünlü şaraplar yapılıyor. Saint-Emilion, yalnızca mükemmel şaraplarıyla değil, aynı zamanda UNESCO tarafından dünya mirası kapsamına alınmasıyla da ünlü. Saint Emilion bölgesinde yer altında 200 km uzunluğunda şarapların yıllandırıldığı mahzenler olduğu söyleniyor. Pomerol alan olarak küçük olmasına rağmen bölgenin kilit noktalarından birisi. 
Güneydoğu'da iki deniz arası anlamına gelen Entre-Deux-Mers bulunuyor. İki nehrin sardığı bu bölge Bordeaux'nun en geniş bağlarına sahip. Canlı, meyvemsi kırmızı ve rozeler, genç içimli çeşitli sek beyazların yanında yarı-sek beyazlar ve tatlı şaraplar da üretiliyor. Bölge aynı zamanda orta çağa uzanan tarihiyle ve ünlü yazarlar Montaigne ve Mauriac'in ayak izleriyle de ilgi çekiyor.
Güneybatıda bulunan son bölge ise Graves. Bu bölge çok çeşitli ve prestijli şaraplarıyla öne çıkıyor. Kırmızıları çoğunlukla tam gövdeli ve güçlü, beyazları ise zarif ve hassas, tatlı şarapları ise oldukça yoğun.  Pessac-Leognan sek beyaz şarapların, Barsac ve Sauternes ise tatlı şarapların Bordeaux bağlarında sınıflandırmaya dahil olduğu tek bölge olarak geçiyor. Kısıtlı verimli uygulamasının bir kanıtı olarak, Sauternes bölgesinde bir omcadan yalnızca bir bardak şarap üretildiği söylenir.
Bordeaux'da bağlara arabasız gitmek biraz zor. Yaz dönemi otobüs seferleri sıklaşıyor ancak Eylül sonu gibi yalnızca tren seçeneği kalıyor. Seferler ise oldukça kısıtlı. Turist otobüsleri para tuzağı olmakla beraber bir çözüm yolu. Ben, erken bir saatte treni kullanıp, bölge içinde bisiklet kiralayarak dolaşmayı deneyeceğim. Yağmurlar başlamadan...

04 Ekim, 2011

Le Porge

Bordeaux'da yaz sıcakları devam ederken, okyanus kıyısında okumaya söz verdiğim Okyanus Deniz'i yanıma alıp Ekim ayının ikinci günü plaja gitmek üzere yola koyuldum. Tram B'yi kullanarak arkadaşımla merkezin batısında bulunan Méringac durağına ulaştık. Plaja giden otobüsler çok az olduğu için bir başka arkadaş bizi bu duraktan aldı. Yaklaşık 1 saat sürecek olan yolculuğa camları açıp Jacques Brel'den Amsterdam dinleyerek başladık.
Planımız en başta Arcachon koyuna gitmek, oradan ise Avrupa'nın en yüksek kumulu olan (deniz seviyesinden 107 metre yukarıya ulaşan) la Dune du Pyle'ya tırmanmaktı. Fakat arabayı kullanan arkadaş, bu güzel havanın hafta sonunda müthiş bir kalabalık yaratacağına bizi ikna edip Arcachon'un biraz kuzeyinde bulunan Le Porge kıyısına doğru yol almaya başladı. 
Yol Manu Chao şarkılariyla devam etti. Bir önceki gece götürüldüğüm la Dame de Shangai gemisinde  bulunan gece kulübüne dayanabilmek için çokça içtiğimden (clubbing bana göre değil, artık bunu kabul etmeliyim ve saatlice evime dönmeliyim) ara ara uykuya dalarak, ara ara da yolu izleyerek 1 saati  geçirdim. Arabayı bıraktıktan sonra plaja ulaşmak için kumların arasında biraz tırmandık, daha sonra kendimizi kıyıya kadar aşağıya bıraktık.
Boyumdan büyük dalgaların içinde soğuk suya rağmen kaç saat geçirdim bilmiyorum. Titremeye başladığımı fark ettiğimde saat akşam 6 olmuştu. Dönüp güneşin son ışıklarıyla kurudum, kumla oynadım, kitabımı okudum. 
Dönüş yolu biraz daha uzun sürdü. Bayram tatili sonrası pazar akşamı trafiklerine benziyordu. En kötüsü ise, Jardin Public'e ulaştığımda, karnımın deli gibi acıktığını ve açık bir yer bulmamın imkansız olduğunu fark etmekti.
Buzdolabımı hafta sonları dolu tutmaya kendi kendime söz verdim.

Madame Butterfly

Madame Butterfly, Giacomo Puccini'nin dünyaca ünlü 3 perdelik lirik bir operasıdır. Hikayesi ise kısaca şöyle; Madame Butterfly, Cio Cio San adında 15 yaşında genç bir geyşadır. İlk perdede Cio Cio San, Nagazaki'ye gelen genç bir Amerikan subayı ile evlenir. Evlilik 999 yıl geçerli olan bir kontrat üzerine yapılmış olsa bile, her ay yenilenme hakkına sahiptir. Madame Butterfly, evlenmekle kalmaz, dinini değiştirir, bunun üzerine ailesi tarafından reddedilir. Bir gün Amerikan subayı Pinterkon, geri döneceğine söz vererek, Amerika'ya gider. Madame Butterfly, o sırada hamiledir. Elbette bu gidişin bir dönüşü olmaz. Madame Butterfly üç yıl boyunca aşk ve acı içinde bekler. Pinterkon üç yıl sonra, Amerikalı yeni eşi ile birlikte çocuğunu almak üzere tekrar Japonya'ya gelir. Madame Butterfly ise bu acının üzerine kendisini öldürür.
Bordeaux'nun önemli yapılarından biri olan Grand Théatre'da bir süredir    oynanmakta olan operanın son gününe bir bilet bulup operayı izleyebildim. İtalyanca aryaları Fransızca alt yazılardan dinlemek büyük bir kayıp olmadı, zira hikayeyi az buçuk bilmek, olayları takip etmek için yeterliydi. Öte yandan, tiyatronun ve operanın atmosferi oldukça etkiliydi.
Bordeaux'da öğrencilere sağlanan kolaylıkları biletimi 8 avroya aldığımda bir kez daha hissettim...

24 Eylül, 2011

Il y a...

Bordeaux'ya geleli bir hafta oldu. Etrafımda uçuşan 'Bon! D'accord! Au revoir!' kelimelerine vurguları ile beraber alıştım. Henüz şehir dışına çıkıp bağları görememiş olsam bile, güzel şaraplar tatmaya başladım. St Emilion, Medoc, Pomerol bölgelerini denedim. Bir banka oturduğumda, bakış açıma giren alanda öpüşen en az bir çift olmasını çok sevdim. Bankaya zil çalarak girildiğini gördüğümde biraz güldüm. Fransızların tanışırken el sıkışmadan direkt öpüştüklerini öğrendim. Her türlü alışverişte öğrencilere indirim yapılması oldukça hoşuma gitti. Tesadüfen Librairie Mollat adlı kitapçıyı keşfedip içinde saatler geçirdim. Henüz bir telefon numarası ve bir bisiklet alamadım. Fakat güzel insanlar tanımaya başladım.
Dünyanın her yerinde bazı şeyler aynı galiba.

22 Eylül, 2011

44° 50′ 19″ N, 0° 34′ 42″ W

Bordeaux havaalanına Garonne nehrini izleyerek iniyorsunuz. Bu pek de güzel görünmeyen kahverengi nehir, şehri ikiye bölüyor, sağ ve sol kıyı olmak üzere. Garonne kuzeyde Dordogne ile birleşip Atlas Okyanusuna dökülüyor. Yerleşim merkezi nehrin kıyısında yoğunlaşıyor. Nehir, ülke içi ulaşımda önemli bir role sahip olmakla beraber, Akdeniz'i Atlas Okyanusuna bağlayan hattın -'Canal des deux Mers'in'- önemli bir parçası. Aynı zamanda, gelgitin izlenebildiği az sayıda nehirden birisi.
Şehirde ulaşım oldukça kolay. Otobüs ve üç tramvay hattı var. Yürüyerek her yere ulaşmak mümkün. Karşı yakaya geçilmediği sürece, en uzak mesafe yarım saat sürüyor. 
Bilmeden, sol yakanın en güzel bölgelerinden birisinde bir ev tutmuşum. Şehrin merkezinde, Jardin Public adlı büyük bir botanik bahçesine çıkan bir sokakta, 18. yy'da yapılmış iki katlı bir bina. Pansiyon-ev de diyebiliriz. Odalarda uzun süreli kalanların yanında, eve iki üç günlüğüne gelenler de oluyor. Ev sahibim bir İstanbul aşığı. En az 10 kez İstanbul'u ziyaret etmiş. Kısa ve öz konuşuyor. Keyfine düşkün bir adama benziyor. Binanın diğer girişinde eşiyle yaşıyor. Arada ismini bilmediğim tenorlerden parçalar duyuyorum kapılarında. (İsmini bildiğin kaç tenor var diye de sorabilirsiniz elbette. Çok değil.)
Geldiğimden bu yana şehri biraz tanımakla beraber, banka, yıllık bilet gibi bir takım işlerimi de hallettim. Fransızları, beklentimin-ön yargılarımın aksine, oldukça yardım sever buldum. Bu durumun bu şehre özgü bir durum olduğunu söyleyenler çok. Durum bu ise, şanslı sayıyorum kendimi. Buna rağmen kısa zamanda Fransızca öğrenmem şart. Hiç bilmediğin bir şehirde etrafındaki insanlar sürekli hiç anlamadığın bir dili konuşuyorlar. Öte yandan, yine aynı şehirde, adımı bilen insan sayısı 4-5 kişiden fazla değil. Bu hem tuhaf, hem de güzel, özgür bir duygu.
 ...

12 Eylül, 2011

Okyanus Deniz

Yanıma 5 adet Türkçe roman almaya karar verdim. Birinci tercihimin ne olacağını biliyordum. Çok önceleri İngilizce'sini okumaya başlayıp, 100 sayfayı geçmeme rağmen, o dönem yaşadığım yoğunluktan dolayı daha sonra Türkçe'sini okumak üzere bıraktığım John Fowles'un 'Büyücü'sü. 'Koleksiyoncu' ve 'Fransız Teğmenin Kadının'dan sonra beni bu ikisinden daha çok bağımlısı yapacağına inandığım bir kitap.
İkincisine biraz önce karar verdim. Alessandro Baricco okuyan yakın bir arkadaşım bana gitmeden 'Okyanus Deniz'i yanıma almamı söylemişti, okyanusa karşı okumamı tembihleyerek. Kitaptan alıntılara bir göz attıktan sonra tereddüt etmeden ikinci sıraya koydum.
Kalan üçü ne olmalı bilmiyorum. Ferah kitaplar olmalı fakat.

11 Eylül, 2011

Şarköy-İstanbul yolcusu kalmasın

Bir gün yolunuz Şarköy'e düşerse, risk alıp yolculuğunuzu Şarköy Seyahat ile yapmanızı tavsiye ederim. Unutulmaz bir tecrübe olabilir. Şarköy'e gitmek yaklaşık 3-3 buçuk saati alıyor. İett otobüsü gibi türlü duraklarda yolcu indirip bindirerek ilerliyorsunuz.  Yolcu profili oldukça çeşitli. Şarköy yerlilerinden yazlıklarına giden Alman turistlere kadar her tip insan mecvut. Araçlar oldukça eski, camlar kırık. Manzara göremediği için şikayet eden yolculara bir yandan laf yetiştiren  agresif muavinler aynı zamanda Dankek servisi yapmaktan da fazlasıyla mutsuz görünüyorlar. Öte yandan, biletinizi acentanın ofisinden almadığınız takdirde, yolculuk esnasında yapacağınız pazarlık ile biletinize daha az para ödemeniz de mümkün. 
Tekirdağ'dan son dönüşüm, virajlara ani girişler yapan şoförümüzün bir yolcu tarafından polise şikayet edilmesiyle sonuçlandı. Kalan yolcular ise polisle uğraşarak vakit kaybedecekleri için oldukça sinirlendiler. Gergin yolculuk otogara gelen polislere 1.60 boyumla kontrolsüzce bağırmamla sona erdi. İnsanlarla minimum düzeyde iletişim kurabilmenin dahi imkansız olduğu gerçeği ile bir kez daha yüzleşerek kendimi eve attım. 
Bu yıl yalnızca beyaz üzümleri bitirip İstanbul'a döndüm. Sauvignon Blanc'dan gelen elma ve şeftali kokuları kıyafetlerime sinmiş durumda. Kırmızıların toplanmasına daha bir iki hafta var. Bağ bozumunun devamını Bordeaux'da görebilmeyi umuyordum. Ancak Türkiye, tarihinin en geç bağ bozumunu yaşarken, Bordeaux, en erken hasatını gerçekleştirdi. Üzümlerin neredeyse hepsini topladıkları söyleniyor. Şanssızlık. En azından benim için.
Bu hafta 'son kez' yapılması gerekenler teker teker uygulanacak. Valiz kapanacak. Yakın dostlar görülecek. Yanıma alacağım kitaplar seçilecek. 
Sonra rakı içilecek. Bir duble, iki duble, üç duble.

03 Eylül, 2011

Hotel Chelsea



Geçtiğimiz ay, Hotel Chelsea'nin 80 milyon dolara satıldığını ve kapılarını ağustos ayı itibariyle ziyaretçilerine kapattığını yazan bir haber okumuştum. Hotel Chelsea, 1905 yılından bu yana, yolu New York'a düşmüş sayısız yazarı, müzisyeni, yönetmeni, sanatçıyı ağırlamıştı. Otelde tek bir gece kalanların yanı sıra, burada on yıldan fazla yaşamış insanlar da vardı. Bu nedenle, çokça filmde merdivenlerini ve koridorlarını görür, çokça şarkıda adını duyarız. Bu belgesel, Hotel Chelsea'de yaşamış ve aynı zamanda bu otelin ruhunu yaratmış insanları anlatıyor. Dylan Thomas'dan Janis Joplin'e, Bob Dylan'dan Sid Vicious'a.
Otelin bundan sonra ne olacağını ise şimdilik bilen yok.

31 Ağustos, 2011

Where have you gone, Joe DiMaggio

Hayatımın en kötü hastalığını geçirdim ve gözlerimi bayramla beraber yeniden açtım. Günler süren ateşin etkisinden mi bilmiyorum, son iki gündür dünyanın en sıkıcı insanına dönüştüm. Saatlerimi daha önce okumuş olduğum kitapları yeniden okuyarak ve hiç durmadan daha önce izlemiş olduğum Seinfeld bölümlerini izleyerek geçiriyorum. Yeni hiçbir şeye açık değilim. En aktif eylemim, arada sırada birkaç parça eşya seçip valizimin üzerine üstünkörü bırakmak. Bunun yanında Simon&Garfunkel dinleyerek ve annemin insani boyutlara dönmem için rutin aralıklarla odama bıraktığı bayram çikolatalarını yiyerek mut'lanıyorum. Her şey çok bulanık; beklentiler, istekler. Dünya çok karışık ve kalabalık geliyor bugünlerde. Kendimi yüzyıllık bir uykudan uyandırılıp Bauhaus'a bırakılmış gibi hissediyorum.

27 Ağustos, 2011

immer wieder

Bir yıl önce bugün, hayatımın ilk beyaz telini buldum saçlarımda. Tuzburnu'nda öylece uzanıyordum.
Gördüm ki o günden bu yana, hiçbir şey değişmedi, değişmiyor.

Bugün bir başıma bir duble rakı içeceğim. Bir ihtimal, yine gözlerim dolacak.

25 Ağustos, 2011

Una Cancion Desesperada

Ateşli hastalık geçirmeyeli çok olmuştu. İş yerinde, bu yaz sıcağında gelen üşümeye bir süre direndiysem bile, yüzümün sarılığından olsa gerek, 'al bakalım bayram hediyesi Öküzgözü ve C.S./Petit Verdot'nu, güzelce dinlen' diyerek dün eve gönderildim. Annemin 'ben sana demiştim'leri arasında bolca yemeğe ve sıcak sıvı tüketimine maruz bırakıldım. Ateşli hastalıklara özgü titreme ve uyurken ter atma halinin hoşuma giden bir tarafı var. Uzun zamandır beni rahat bırakmayan rüyalarımdan iki gecedir kurtulmamı sağladılar. Uyku aralarında ise atılması gereken mailleri bir yana bıraktım. İki aydır, fark ettim ki 'işkolik'lik eğilimine sahibim Mesele sürekli çalışmak değil, fakat kafanda sürekli işe dair bir şeylerin bulunması iyi değil. Bundan kurtulmanın bir yolu olmalı. Öğrencilik hayatıma devam edeceğim için, bu sorun bir süre rafta kalacak. Öte yandan, ilginç olan bir başka şey ise, günlük hayatında fazlasıyla dağınık bir insan olmama rağmen, çalıştığım ortamda buna hiç tahammülüm yok. Fabrikada yerlerdeki lekeleri klorlamamak için kendimi zor tutacağım aklımın ucundan gelmezdi. Garip. 
Ateşim düşer gibi. Yine de dinlenmeye ve maillerden uzak durmaya devam. En azından yarına kadar. Scarlatti dinleyip Pablo Neruda okumak güzel. Aşk şiirlerinin tamamına yakını sıkıcı olsa da, Neruda bir başka galiba. Hastalık melankolisinden değil yani. 
Gözleri -ve kafayı- yormayıp, Mary and Max izlerken uykuya dalmalı sanırım.

21 Ağustos, 2011

Bord-eaux

Ha düşer, ha düşer, ha düşer...

İki sabah oldu, gözlerimi Ortaçgil ile açıyorum. Aklım dolu dolu. Zaman yine geçivermiş, ben yapmam gereken her işi bir diğeri için yarım bırakmışım. Gitme vakti yaklaşıyor. Benden önce gidenler için 'veda yemek'leri yapıldı. Şükrü'de son rakılar içildi. Şükrü'de herhangi bir gece gibi.
Can Yücel'in mezarını parçaladılar sonra. Söz bulamadık. Bulsa bulsa Can Yücel bulurdu; içten bir küfür. Kızdık sadece. İstemsizce çok kızdık.
Görünen o ki, sonbahar gelmeden gideceğim. Öyle ya, yaz geç geldi, erken gitmez. Bağ bozumu bile gecikti. Üzümler daha dolu olacak diyorlar, herkeste bir heyecan. 2011 rekoltesi dursun aklınızın bir köşesinde, biz bayram sonrasını bekleyelim. 
Serin pazar sabahlarını seviyorum, hep sevdim. Elimde Sevgi Duvarı, yanımda soğumuş kahvem.
'...
Başımızın üstünde demin gülüp duran gökyüzü
Yedekte bir salapurya şimdi. '

Hüzünlüyüm bugün. Evet, hüzünlüyüm.

12 Ağustos, 2011

You know what I mean?



Happy-Go-Lucky bir Mike Leigh filmi. Ana karakter Poppy'nin aşırı neşesine rağmen iki kez izledim. 
İzleyin demeyeceğim. Amacım filmi anlatmak da değil.
Aklımda yalnızca bu sahne kaldı ve olmadık zamanlarda dönüp duruyor. 
'you know? It's it's it's it's it's it's'
'yes I know'
'you know they they they they they they they 
you know
She's she's she's she's she's she was she was she was
she wouldn't you know she wouldn't'
Adam hikayesini anlatmış birkaç kelimeyle. Hepimizden daha iyi anlatmış üstelik. 

08 Ağustos, 2011

Paralellikler ve Paradokslar


"Bach'ın zamanında Tanrı'ya güvenebileceğinizi söyleyebilirdiniz, Beethoven'ın zamanındaysa artık Tanrı'ya güvenemezdiniz. Sıradan ölümlülere güvenmek zorundaydınız. Wagner'se size bunu dahi yapamacağınızı söyler, 'Biz yeni tür bir insanoğlu yaratmak zorundayız' der."
diyerek devam ediyor Daniel Barenboim, Edward Said ile yaptığı sohbetinde. Ara Güzelimyan'ın toparladığı yazılardan oluşuyor 'Paralellikler ve Paradokslar.' Filistin'de doğup Kahire'ye yerleşen hristiyan bir ailenin çocuğu olan Edward Said'i oryantalizm üzerinden çokça kez duymuş veya okumuşuzdur. Rus asıllı Yahudi bir aileden gelen piyanist ve orkestra şefi Daniel Barenboim ise Buenos Aires'de doğmuş, daha sonra İsrail Devleti'ne dönmüştür. 
1999 yılında, Goethe'nin şehri Weimar'da İsrailli ve Filistinli müzisyenleri bir araya getiren Daniel Barenboim ve Edward Said, o zamandan bu yana, çeşitli görüş farklılıklarına rağmen, yakın dost olmuşlardır.
'Paralellikler ve Paradokslar' yalnızca müzik üzerine değil, 'öteki' üzerinden yola çıkarak, kültür, siyaset, edebiyat üzerine bir sohbetten oluşuyor. Kitap akıcı ve keyifli. Gününüzün bir kısmı toplu taşıma araçlarında geçiyorsa benim gibi,  Beethoven piyano sonatları eşliğinde okuyabilirsiniz.


07 Ağustos, 2011

Tenedos

Bozcaada, 12 koy ve 12 burnuyla bir şarap adasıdır. Son yıllarda, ayağa düşmüş bir hali olsa bile, Geyikli'den bindiğiniz vapur adaya yaklaşırken gördüğünüz iskele, balıkçı tekneleri ve evler içinizi ısıtır. Başlangıçta oyuncak bir kasaba gibi görünür. 
Ablam ara sıra anlatır. Küçükken bir kardeşi olması için çok ısrar etmiş. Ben doğduğumda ise yanıma yaklaşıp bana bakmış. Onun için büyük bir hayal kırıklığıymışım. O oyun oynayabileceği yanakları dolgun bir bebek beklerken, ben avuç kadar kara kuru bir kız olmuşum. Geri gönderin bu bebeği demiş.
Geçtiğimiz yaz adaya uzunca bir süre kalmak için vapurla yaklaşırken oyuncak bir kasaba gördüğümde benzer bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Adımımı attıktan sonra ise her şey zamanla değişti. Garip zamanlardı. Nefes almaya vakit bulamayacak kadar çok çalışıyordum. Kavın, üretimin, bağların kokusu üzerime sinmeye başlamıştı. Alışmak tuhaf bir histir. Ada küçük olunca, geçtiğiniz yerden geri dönerken güler yüzle karşılaşırsınız. Herkes birbirinin hikayesini bilir fakat pek dillendirmez. Esnaf arkadaşınız olur, Hafız'ın yerindeki yemeklerden bıksanız bile, Çanlı İbo'dan üzerine çay içmek en büyük zevktir. İşten erken çıkma lüksünüz olduğu günlerde, Lisa'nın yerinde pasta ve kahve keyfi yaparak kitap okumak, zamanı dondurur. İstanbul'dan misafirleriniz gelmişse, onları deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması ve kremalı ahtapot yemeye götürebilirsiniz. 
Yemekte şarap seçmek ise ayrı bir keyiftir. 3000 yıldır şarapçılık yapılır çünkü bu adada. Şu an üretim yapan en eski şaraphane Yunatçılardır. Çamlıbağ olarak da bilinir.  Ataol ve Talay onu takip eder. Corvus, adanın bağcılığında bir dönüm noktasıdır. Şarapları dünya çapında ödüller almaya devam etmektedir. Daha çok reçelleri ile bilinen Gülerada ise son yıllarda şarap üretmeye başlamıştır.
Bu yaz adada Amadeus adlı yeni bir şaraba da rastladım. 20 yıldır adaya gidip gelen Viyanalı bir aile, bir süredir ürettikleri şarapları satışa sunmaya başlamış. Zlahtina adında Hırvat kökenli bir üzüm ekmişler adaya. Cabernet Sauvignon'dan ise bir roze yapmışlar. Shiraz'dan kırmızı, bir ada üzümü olan Vasilaki'den ise bir beyaz üretmişler.    Ada şarapları ile kıyaslandığında belirgin bir fark var. Ben sevdim. 
Dolu dolu iki ay geçirdiğim adaya bu yaz plansız bir şekilde iki kez gittim. Vapurda rüzgar yüzüme çarparken gördüğüm canlı bir kasabaydı artık. İner inmez bir tanıdığın arabasına atladığımda aradan geçen onca mevsimi unuttum. Sanki Geyikli'ye geçmiş, günbatımında bir bira içmiş, sonra geri dönmüştüm.
İskele Sancak'a, geceleri mini etekli kızlarımızın 5 metrekarede dans ettiği Polente'ye, Limonlu Bahçe'ye bir selam verip pansiyonuma gittim. Kaldığım birkaç gün boyunca Ayazma'da, Akvaryum'da, Habbele'de ve adını bilmediğim başka koylarda denize girdim, Star Walk ile yıldızları keşfettim, gelincik şerbeti içip, karpuz ve incir reçelleri yedim.
Muhtemelen uzunca bir süre gidemeyeceğim Bozcaada'ya. Fakat çok önemi yok. Dünyanın bir ucundan, Avustralya'dan gelip adaya yerleşen Lisa ile bir gün kahve içerken "Adaya bir kez için ısındı mı, kopmak zordur, döner dolaşır yine bir şekilde buralara gelirsin" demişti.
Şimdi başka yollar için hazırlık zamanı.


22 Temmuz, 2011

Scotch Whisky

İskoçya, Avrupa'nın en uzak noktalarından biri olmasına rağmen, bir çok özelliğiyle aklımızdadır. Etek giyip gayda çalan erkekleri, dağları ve nehirleri, güneşin nadir görüldüğü, gri bulutlu havası, en çok da viskisi ile biliriz İskoçya'yı. Malt, tahıl ve popüler markaların bir çoğunda olduğu gibi harmanlanmış viskileri vardır. Üretim yönteminin dışında, tadına doyulmaz kaynak suyunun da viskiyi oldukça etkilediği söylenir. 
Türkiye'ye yeni gelmekte olan viskilerin hikayesini okuduktan sonra, ilk kez ayrıntılı bir şekilde İskoçya haritasına baktım. Onlarca ada, fiyordlu kıyılar. Türkiye'ye yeni giriş yapan viskilerden biri "Isle of Jura", İskoçya'nın güney batı sahilinde, George Orwell'in 1984 romanını yazdığı adanın güzel viskisi. Deniz kokulu.
Damıtımevinin adresini bulup haritadan görmek istedim. Ancak kayıtlı bir sokak görüntüsü bulamadım. Yalnızca birkaç fotoğraf çıktı. 
İthal edilen bir diğer viski ise, "Dalmore". Inverness'in hemen kuzeyinde, Black Isle adı verilen bir yarımada var. Yarımadanın hemen üzerinde bulunan Cromatory fiyordu ise petrol çıkarılan bir bölgeymiş. Invergordon'dan baktığınızda bu platformları görebiliyormuşsunuz. Dalmore damıtımevi ise Invergordon'un biraz ilerisinde bulunuyormuş. Adresi "Dalmore Distillery, Alness Ross-shire, Scotland" olarak geçiyor. Haritada sokak görüntülerine ulaşabiliyorsunuz. Yol üzerinde bulunan, viskinin eskitildiği fıçıları dahi görebilmeniz mümkün. Öte yandan, alkol fabrikasının hemen önü alabildiğine kıyıya bakıyor. 
Yeni gelen viskilerden bir diğeri ise, geçtğimiz günlerde tesadüfen içmiş olduğum bir marka; son yıllarda Türkiye'de bulunması zorlaşan, Glenfiddich'in 12, 15 ve 18 yıllık bir serisiymiş. Son zamanlarda çokça ödül almış.


09 Temmuz, 2011

Coco Chanel



Gabrielle Chanel'in ismini aldığı şarkıdır Coco. Son yıllarda hakkında çokça film çekildi. Yetimhanede geçen çocukluğu ile başlayıp bir moda ikonu haline gelen bu Fransız kadının hikayesini anlatan iki filmin yanında, Igor Stravinsky ile yaşadığı aşkı anlatan üçüncü bir film de yapıldı. Bu parça 2008 yapımı "Coco Chanel" den alıntı. 
Bu süreçte, Coco Chanel'in hayatı ile ilgili filmlerde değinilmemiş haberler de yayınlandı. Nazilerle olan ilişkisi üzerine yazılar yazıldı, hakkında eleştiriler yapıldı. İnsanların gerçek hikayesini tam olarak bilmemiz olası değil. Kendi ağızlarından dinlemiş bile olsak. Fakat kimsenin karşı çıkamayacağı bir gerçek var; Coco Chanel, yaşadığı döneme aykırı tasarımları ile modada bir devrim gerçekleştirmiştir. Kocaman şapkaların, korselerin, uzun ve kabarık eteklerin olduğu bir dönemde kadınlara ilk kez pantolon giydirmiş, mini etek modasını çıkarmıştır. Bir başka deyişle, kalıplaşmış, kadınların dahi sorgulamayı unuttuğu alışkanlıkları orta yerinden kırmıştır. Kendine güveni, sertliği ve yeteneği ile bir kadın hareketinin öncüsü olmuştur. Böyle bir durumda, hikayesinin ayrıntıları, bana kalırsa çok da bir önem taşımıyor. 

05 Temmuz, 2011

Mi Par d'Udir Ancora

Bazen insan, bazı duyguları aniden, şaşırtıcı bir kesinlik içinde hisseder. Bir an gelir, aşık olur mesela. Bir gün uyanır, 18 yıldır yaşadığı evden çıkmaya karar verir ve 18 gün içinde kendisini bir başka evde bulur. Bir şey görür ve almak ister. O an, başka bir yol yoktur. Olan olmuştur.
French Kiss'in sonlarına yakın bir sahnede Kate, Luc'un odasında bir şarap koku kutusu görür. Hoşuna gider. Luc'un tutkusunu anlayamaz fakat varlığını hisseder. 
Bu tuhaf sahneyi bugün Kav Butik'te dolaşırken, bir koku kutusu gördüğümde hatırladım. O an, kutunun aniden benim olmasını istedim. Aynı hissi, Nazım'ın tüm şiirlerini gördüğümde duymuştum.
Aniden ve büyük bir şeffaflıkla gelen duygular, hoşnutlukla karşılanmalıdır. Kıymetlidirler çünkü. Neye yol açarsa açsınlar. Gitmeye, kalmaya, gülmeye, ölmeye veya yeniden doğmaya.
Bazen düşmeye, ağlamaya.


04 Temmuz, 2011

houses of the holy

Küçüklüğümüzde kasetler vardı. Biraz büyüdük, cdler çıktı. Kasetler 5 milyon, cdler 10 milyondu. İlk kez Samsun'da, Rus Pazarı'nda dolaşırken anneme bir cd aldırmıştım, kimindi hatırlamıyorum. Biraz daha büyüdük, hepsi yok oldu. Mp3 devri başladı. Çok meraklı olanlarımız dışında, albüm kapaklarını incelemeyi öğrenemedik biz.. Halbuki albüm kapakları ilginçtir. Albümün kendisi kadar bir hikayeye sahiptir. Kapak dizaynı önemli bir meseledir, albümün ruhunu üzerinde taşır.
Bir kitap buldum, günlerdir elimde. Seçilmiş bazı albümlerin kapak hikayelerini anlatıyor. Houses of the Holy örneğin. 70'lerin başından dünyayı sarsan Led Zeppelin'in 73 yılı albümü. O dönemlerde Pink Floyd, AC/DC, Scorpions, The Alan Parsons Project gibi grupların albüm kapak tasarımlarını yapan İngiliz bir grup olan Hipgnosis'i arayan Jimmy Page, yeni albümlerinin kapağı için bir anlaşma yapmış. Kapakta görülen fotoğraf, kuzey İrlanda'da Giant's Causeway'de çekilmiş. Fikir, Arthur C.Clark'ın Childhood's End kitabından alınmış. Kitabın sonlarına doğru, dünyanın kalan tüm çocukları bir araya gelip zihinsel bir dönüşüm geçirerek dünyayı terk ediyorlarmış.Hipognosis bu fotoğraf için öncelikle bir aile kullanmayı düşünmüş, daha sonra, masumiyetin açık br göstergesi oldukları için çocukları, savunmasız hallerini vurgulamak için de çıplaklığı kullanmış.
Bunun gibi çokça dizaynın ayrıntıları var. Okudukça yakından görmek istiyorsun. Son zamanlarda, sevdiğim albümleri satın almaya başlamış olmanın sevinci var içimde. Zamanla birikeceğini umuyorum. En güzel albüm, elinde tutabildiğin üç boyutlu albümdür, bunu anladım.

30 Haziran, 2011

başka başka perdeler, pencereler

Ev taşımak ilginç bir olaydır. Valizler odalara dökülür. Kıyafetler katlanır, toparlanır. Tabaklar, bardaklar, tuzluklar gazetelere sarılır. Kitaplar karton kutulara yerleştirilir. Fakat ev taşımanın en can alıcı kısmı, masa çekmecelerinin boşaltılmasıdır. Masa çekmeceleri, zaman taşıyıcılarıdır. Eğer, benim gibi biraz da dağınık bir insansanız, bu eylem, saatlerinizi alabilir. Faturalar ve fişler çekmecenin en çok yer kaplayan parçalarıdır. Aralarından küçük defterler ve kağıtlar ayırt edilir. Küçük defterlere alınmış notlar okunur. Bazı kağıt parçalarının, o eve sizinle beraber taşınmış olduğunu anlarsınız. Başvuru belgeleri, motivasyon mektupları, referans mektupları, diploma çevirileri, dergilerden kesilmiş parçacıklar, başka şehirlerden alınmış kartlar. Her biri insanı başka bir güne taşır. Bir de benim gibi, eski defterleri atmaya kıyamıyorsanız, görmek ve hatırlamak istemediğiniz defter parçalarını zımbaladıysanız, yıllar sonra, kaleminizden dökülenleri bir başka taşınmada açıverir, gülümseyerek okursunuz.
Ev taşımak hüzünlü fakat zevkli bir olaydır. Bir zaman diliminin dökümünü yapmak gibidir. Bavula konulan bir şapka veya gazeteye sardığınız, daha önce olmayan bir bardak, sizinle bir ihtimal, daha çokça yol gidecektir.

21 Haziran, 2011

Dirty Life&Times



Warren Zevon hayatı boyunca doktorları hiç sevmemiş. Ben de sevmedim. Ne doktorları, ne hastaneleri.
2003 yılında, 56 yaşında akciğer kanserinden öldüğünde onu tanımıyordum. 
İzlediğim bir dizinin müziklerinden olmalı, son zamanlarda çokça Warren Zevon dinledim. Halbuki güzel şeyleri çokça dinlemek risklidir. Eskirler. Ne kadar iyi oldukları mühim değil. Buna rağmen dinlemeyi bırak(a)mıyorum. 


17 Haziran, 2011

bir varmış, bir yokmuş

İki buçuk yıl önce, Şubat-Mart aylarıydı. Yakın bir arkadaşım, kötü bir dönem geçiriyordu. Toparlanmasına yardımcı olmak için büyük çaba harcıyordum. Onca işin içerisinde, her akşam bir şeyler içmeye gidiyorduk. Benim de normale kıyasla keyifli bir dönemde olmadığımı düşünürsek, ikimize de iyi geliyordu kalabalık ortam ve alkol. Özellikle alkol. Taksim meydanından tünele doğru yürümeye başladığımızda, her gün aynı soruyu soruyorduk: "Bugün nereye gitsek" Bunu düşünürken samimiydik. Bir yandan bunu düşünmenin anlamsız olduğunu biliyorduk. Ayaklarımız, aklımızdan ne geçerse geçsin, bizi Peyote'ye götürüyordu. Aradığımız, yalnızca alkol ve güzel müzikti. Konuşurken veya konuşmak istemediğimiz anlarda dinleyebileceğimiz. 
O bira isterdi, ben bir duble rakı alırdım. Peyote'de rakı pek içilmezdi. Fakat bana iyi gelirdi. Geliş sıklığımızdan olsa gerek, zamanla rakının yanında, istemediğimiz halde, votka bardağına dilimlenmiş yeşil elma getirmeye başladılar. Onlar bize alıştı, biz onlara. Merdivenlerden çıktığımızda, sağda müzikleri yapan güzel bir adam otururdu. O da rakı içerdi. Bazen başıyla, bazen gözleriyle selam verirdi. 
Bir gün, merdivenlerden genç bir kadın çıktı. Siyah küt saçlı, vücudunu saran ince bir elbisesi, kırmızı ruju ve kırmızı rugan topuklu ayakkabıları vardı. Önce biraz durdu, sonra adama döndü. Yüzüne baktı, bir şey demedi. Sonra dans etmeye başladı. Aynı havayı soluyan her şeyi etkisine alarak. Baştan çıkarıcı. Hepimiz o kadını izledik. Adam da izledi. Her hareketine hapsolarak. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Müzik durdu, kadın da. Adam birkaç saniye gözlerini kapattı.  Kadın ona yaklaştı, eline dokundu ve o güzel adamı alıp götürdü. Biz, bir film sahnesinden aniden düşmüş gibi öylece kalakaldık.
Kırmızı rujlu kadını bir daha görmedik. Ancak o güzel adamın müziklerini çokça kez dinledik.
Bu yüzden, dün, "Beyoğlu Bir 'Kimlik' Daha Kaybetti" haberini okuduğumda, ne yapacağımı bilemedim. 
O güzel adam, Hakan Orman, iki hafta önce geçirdiği trafik kazasının ardından, iki gün önce hayatını kaybetmiş. O gece, Peyote'de hiç içilmediği kadar çok rakı içilmiş. Çünkü kendisi rakı içmeyi ve yeşil elma yemeyi çok severmiş.
Böyle zamanlarda sözler işlevsiz kalıyor.
Huzur içinde uyusun.