Büyük şehri özlemediğimi, Montparnasse'da trenden indiğimde anladım. Valizleriyle merdivenleri inen ve çıkan onlarca insan sesi, insan yüzü. Her büyük şehirde olduğu gibi, durmak bilmeyen bir hız ve kalabalık.
Metro hatlarını gösteren haritada bana en uygun hattı ararken, Paris'te seveceğim tek şeyin metro hatları olacağını henüz bilmiyordum. İlk iki gün Paris sokaklarında heyecanla dolaştım. Kaldığım ev, şehrin kuzey sınırına yakın Porte de Clignancourt durağındaydı. Montmartre'e yürüyerek gidilebiliyordu. Eskiden Lautrec'in, Picasso'nun Modigliani'nin dolaştığı ve resimler yaptığı sokaklarda çokça turist görmeyi elbette bekliyordum. Ancak, bundan öte hoşuma gitmeyen bir şey vardı. Bu, para kazanmaya çalışan ressamlardan uzaklaşıp, Seine nehri kıyısına kadar yürüdüğüm sokaklarda da vardı. Paris, sanki güzel yüzü ve bozulmamış makyajıyla ölü gibi uzanan bir kadındı. Ruhu bir zamanlar vardı, yaşamıştı, ama şimdi yoktu. Ölü olup olmadığını bilemiyordum. Sanki, üç ay bir çatı katında yaşasam, sevecektim Paris'i. Penceresinde sigara içsem, sokak başında bir boulangerieden ekmek alsam, günlük hayatına dahil olsam, şehre dokunabilecektim. Ama dört günde sevemedim. Benim için üstü açık bir müzeden öteye gitmedi. Pont des Arts'da oturup keyifle Pinot Noir içerken, koşarak Louvre'a yumruk atmak istedim. Yıkılacak bir sunilikle dikiliyordu çünkü kıyıda.
Kaldığım yerde rahat edemediğim için son gece Montparnasse garının karşısında bulunan Hotel de Paris'nin 42 numaralı odasına geçtim. Eskiden bu otellerin en pahalı ve en güzel odaları alt katlarda olurmuş. Bu nedenle asansör bulunmazmış. Üst kattaki odalar küçük olup burada kalanlar katta bulunan ortak tuvaleti kullanırlarmış.
Lobideki kadın bu nedenle bana üst katlarda içinde duşu olan bir odası bulunduğunu söyledi. Asansör biraz eski ve yavaş olmakla beraber beni beş kat çıkarmaktan kurtardı.
Paris'te geçirdiğim en keyifli zamanlardan biri, Musée d'Orsay'da harcadığım 2 buçuk saatti. Manet, Millet, Gaugin, Van Gogh resimlerinin yanında Rodin heykelleri oldukça etkileyiciydi. Bunların yanında Viktorya çağına tepki olarak doğan, l'art pour l'art (sanat uğruna sanat) sloganı ile bilinen 1880'li yıllarda gelişen estetik akımdan kalma eserleri (çizim, eşya tasarımları, aksesuarlar, mobilya üzerine yapılan resimler) oldukça ilgiyle inceledim. Musée d'Orsay'dan sonra, Louvre'un da üzerinde bulunduğu Rivoli Caddesinde, Des Arts Décoratifs müzesine girdim. Ünlü moda tasarımcısı Hussein Chalayan'ın sergisi ile karşılaşıp ilk kata çıktığımda ekrandan gelen Sertab Erener'in sesini duymak biraz garipti, hoştu da bir yandan. Oturup iki kez dinledim şarkıyı, üzerindeki kostümden elbette daha güzeldi sesi.
Son akşamımı Odéon bölgesinde bir başka arkadaşımla yemek yiyerek geçirdim. Lüks restoranların bulunduğu fakat turist işgali altında olmayan bir bölge Odéon. Fransız mutfağından çeşitler bulabileceğiniz küçük ve samimi mekanlar var. Müze yorgunluğumu havuçlu dana yanağı ve 'ile flotante' denilen (floating island) yumurta akı ile yapılan ve créme anglaise içinde yüzen hafif bir fransız tatlısı ile attım.
Trene binmeden önceki saatlerimi Pére Lachais'e ayırmıştım. Mezarlığa girer girmez sağa dönüp elimdeki plana dahi bakmadan Yılmaz Güney'i gördüm. Sonra sırayla devam ettim. Oscar Wilde tek başına mezarlığın en sağ üst ucundaydı. Edith Piaf ile Modigliani, Chopin ile Mano Solo ise karşılıklı sayılırlardı. Chopin'in başında biraz bekledim, kalabalık geçene kadar. Laplace'ı unutmadım, Modigliani'yi de selamladım. Jim Morrison bir turist grubunun işgali altındaydı, turun başındaki adam The Doors'dan şarkılar mırıldanıyordu. Balzac yol üzerindeydi, aramadan gözüme çarptı. Ahmet Kaya'yı ne yaptıysam bulamadım, haritada da ismi görünmüyordu, tek tek mezarlara bakarak bulmak ise neredeyse imkansızdı. Trenime yetişmek için koşarak dönmek durumunda kaldım.
Beklediğimden farklı bir dört gün oldu. İyi ve kötü hislerle doldum. Mutlu-mutsuz ve biraz yalnız. Bir de, otelleri sevdiğimi fark ettim. Küçük odalı ve büyük pencereli otelleri.