24 Ekim, 2011

Sag mir wo die Blumen sind

Birkaç gündür vaktimi evde geçiriyorum. Elimde bir iki kitap, önümde bilgisayar, her an açık bir şişe şarap ve evdekilere alışmanın verdiği rahatlıkla ara ara edilen keyifli sohbetler. Hava ılık, camlar açık, yağmur kokusu evin içine dağılıyor. Bahçe kapısından ise toprak ve çim kokuları geliyor.
Gazeteleri takip ediyorum. Ülkende neler oluyor diyor insanlar. İçim acıyor. Önce şehit haberlerini okuyorum. 'Hakkari, Çukurca ilçesinde ölen şehitlerin isimleri belli oldu...' 'Piyade Çavuş.. Jandarma Üsteğmen...Piyade Er...' İnsanlar toplanıyor, bir oluyor, terörü lanetliyor. Yürüyüşler, protestolar. Haklılar elbette. Fakat facebook sayfama bakıyorum. Akıl almaz iletiler, sağduyudan yoksun, öfke dolu. Birkaç gün geçmiyor ki, ülkem bir deprem daha yaşıyor. Sayfanın sol kısmında, 'Bazı köyler haritadan silindi' yazıyor. Sağ kısmında ise '54 PKK'lı öldürüldü!', bir kutlama haberi gibi. 24 şehide karşılık 54 ölü. Facebook sayfasında iletiler devam ediyor. 'İntikam!' Sonra tutuyor bir spiker 'Deprem her ne kadar Van'da da olsa, hepimiz üzüldük' diyor. İnsan söz bulamıyor. Öte yandan, ölüm kokusu her yanı sarmışken, deniz feneri ve hizbullah tutukluları sessizce bırakılıyor, memura yapılan mesai zammı 10 kuruşa çekiliyor, öğrenci harçları arttırılıyor. Fakat bunlar dillendirilmiyor elbette, Tayyip paltosu ve kaşkoluyla Van'ı ziyaret ederken gerçekleşen 4.2'lik artçı deprem konuşuluyor yerine. 
Sahi ülkemde neler oluyor? Ölüm acısını dindirmek için başka ölümleri kutlamaya dönüştürdüğümüzden mi bahsetmeli, yoksa depremi ilahi adalet ilan eden insanlarımdan mı. 
Birileri oturdukları geniş koltuklarda kararlar alıyor. Yol yordam belirliyor. Sonra benim elleri titreyen annelerim 'Vatan sağolsun' diye avunuyor. Bir zamanlar aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarım ise 'cumartesi annelerine' bakıp, 'çocuğuna sahip çıksaydı' diye yorum yapabiliyor. İnsaf. 

Loewe



İspanya'nın lüks markalarından biri olan Loewe, 1975 yılından beri Amazona çantalarını el işçiliği ile üretiyor. Her bir ürün, yaklaşık 60 farklı parçanın 250 değişik işlemden geçmesi ve 4 ayrı ustanın 45 aracı kullanmasıyla elde ediliyor. '50 yıldan fazla bir süredir bizimle çalışmakta olan ustalar var' diyor şu anda ürün tasarımını yürüten İngiliz Stuart Vevers. Video ise bu özenli çalışma sürecini anlatmak için Robert Clarke tarafından hazırlanmış.

19 Ekim, 2011

Rilke

Akşamın erken saatlerinde, canınız bir kahve çektiyse ancak karnınız aç değilse, oturup kitap okuyacak bir yer bulmak imkansız. Böyle zamanlarda ne yapacağımı bilemeden dakikalarca dolaştığımı biliyorum. Dün, ılık hava sayesinde, nehir kıyısında bir bankta Pavese'yi bitirdim. Çantamda kalan son iki macaronu yerken, evden çıkmak üzere okuduğum maili düşündüm. 'Bu gece iç, iç, iç ve pasta ye...' diyordu kelimelerini sevdiğim bir kadın. Doğum günlerine dair şimdiye dek duyduğum en doğru şeyi söylemişti belki; 'Çok şey beklemiyorsun ama beklemediğin iyi bir şeyler olsun istiyorsun'
Pasta yiyemedim, fakat çokça içtim. Biraz viski, üzerine birkaç bira. Son tramı kaçırana dek konuşup güldüm La Grange adlı barda. 
Sabaha karşı uyanıp, Rilke okudum bu kez. Düşündüm ki, kaskatı direnmek yerine, ağırlığını duyumsamayı bırakıp yüzleşmek gerek belki iyi ve kötü her şeyle.
Okumak güzel, okudukça uyanmak...
'Lass dir alles geschehen: Schönheit und Schrecken.
Man muss nur gehen: Kein Gefühl ist das fernste.'

18 Ekim, 2011

Quatre jours à Paris

Büyük şehri özlemediğimi, Montparnasse'da trenden indiğimde anladım. Valizleriyle merdivenleri inen ve çıkan onlarca insan sesi, insan yüzü. Her büyük şehirde olduğu gibi, durmak bilmeyen bir hız ve kalabalık.
Metro hatlarını gösteren haritada bana en uygun hattı ararken, Paris'te seveceğim tek şeyin metro hatları olacağını henüz bilmiyordum. İlk iki gün Paris sokaklarında heyecanla dolaştım. Kaldığım ev, şehrin kuzey sınırına yakın Porte de Clignancourt durağındaydı. Montmartre'e yürüyerek gidilebiliyordu. Eskiden Lautrec'in, Picasso'nun Modigliani'nin dolaştığı ve resimler yaptığı sokaklarda çokça turist görmeyi elbette bekliyordum. Ancak, bundan öte hoşuma gitmeyen bir şey vardı. Bu, para kazanmaya çalışan ressamlardan uzaklaşıp, Seine nehri kıyısına kadar yürüdüğüm sokaklarda da vardı. Paris, sanki güzel yüzü ve bozulmamış makyajıyla ölü gibi uzanan bir kadındı. Ruhu bir zamanlar vardı, yaşamıştı, ama şimdi yoktu. Ölü olup olmadığını bilemiyordum. Sanki, üç ay bir çatı katında yaşasam, sevecektim Paris'i. Penceresinde sigara içsem, sokak başında bir boulangerieden ekmek alsam, günlük hayatına dahil olsam, şehre dokunabilecektim. Ama dört günde sevemedim. Benim için üstü açık bir müzeden öteye gitmedi. Pont des Arts'da oturup keyifle Pinot Noir içerken, koşarak Louvre'a yumruk atmak istedim. Yıkılacak bir sunilikle dikiliyordu çünkü kıyıda.
Kaldığım yerde rahat edemediğim için son gece Montparnasse garının karşısında bulunan Hotel de Paris'nin 42 numaralı odasına geçtim. Eskiden bu otellerin en pahalı ve en güzel odaları alt katlarda olurmuş. Bu nedenle asansör bulunmazmış. Üst kattaki odalar küçük olup burada kalanlar katta bulunan ortak tuvaleti kullanırlarmış.
Lobideki kadın bu nedenle bana üst katlarda içinde duşu olan bir odası bulunduğunu söyledi. Asansör biraz eski ve yavaş olmakla beraber beni beş kat çıkarmaktan kurtardı.
Paris'te geçirdiğim en keyifli zamanlardan biri, Musée d'Orsay'da harcadığım 2 buçuk saatti. Manet, Millet, Gaugin, Van Gogh resimlerinin yanında Rodin heykelleri oldukça etkileyiciydi. Bunların yanında Viktorya çağına tepki olarak doğan, l'art pour l'art (sanat uğruna sanat) sloganı ile bilinen 1880'li yıllarda gelişen estetik akımdan kalma eserleri (çizim, eşya tasarımları, aksesuarlar, mobilya üzerine yapılan resimler) oldukça ilgiyle inceledim. Musée d'Orsay'dan sonra, Louvre'un da üzerinde bulunduğu Rivoli Caddesinde, Des Arts Décoratifs müzesine girdim. Ünlü moda tasarımcısı Hussein Chalayan'ın sergisi ile karşılaşıp ilk kata çıktığımda ekrandan gelen Sertab Erener'in sesini duymak biraz garipti, hoştu da bir yandan. Oturup iki kez dinledim şarkıyı, üzerindeki kostümden elbette daha güzeldi sesi.
Son akşamımı Odéon bölgesinde bir başka arkadaşımla yemek yiyerek geçirdim. Lüks restoranların bulunduğu fakat  turist işgali altında olmayan bir bölge Odéon. Fransız mutfağından çeşitler bulabileceğiniz küçük ve samimi mekanlar var. Müze yorgunluğumu havuçlu dana yanağı ve 'ile flotante'  denilen (floating island) yumurta akı ile yapılan ve créme anglaise içinde yüzen  hafif bir fransız tatlısı ile attım.
Trene binmeden önceki saatlerimi Pére Lachais'e ayırmıştım. Mezarlığa girer girmez sağa dönüp elimdeki plana dahi bakmadan Yılmaz Güney'i gördüm. Sonra sırayla devam ettim. Oscar Wilde tek başına mezarlığın en sağ üst ucundaydı. Edith Piaf ile Modigliani, Chopin ile Mano Solo ise karşılıklı sayılırlardı. Chopin'in başında biraz bekledim, kalabalık geçene kadar. Laplace'ı unutmadım, Modigliani'yi de selamladım. Jim Morrison bir turist grubunun işgali altındaydı, turun başındaki adam The Doors'dan şarkılar mırıldanıyordu. Balzac yol üzerindeydi, aramadan gözüme çarptı. Ahmet Kaya'yı ne yaptıysam bulamadım, haritada da ismi görünmüyordu, tek tek mezarlara bakarak bulmak ise neredeyse imkansızdı. Trenime yetişmek için koşarak dönmek durumunda kaldım. 
Beklediğimden farklı bir dört gün oldu. İyi ve kötü hislerle doldum. Mutlu-mutsuz ve biraz yalnız. Bir de, otelleri sevdiğimi fark ettim. Küçük odalı ve büyük pencereli otelleri.

12 Ekim, 2011

Yalnız Kadınlar Arasında

'Yürürken, on yedi yıl önce Torino'yu terk ettiğim, bir insanın başka insanı kendisinden daha fazla sevebileceğine karar verdiğim akşamı düşündüğümü anladım. Oysa gerçek isteğimin dışarı çıkmak, dünyaya adım atmak olduğunu, adım atabilmek için de böyle bir gerekçe, böyle bir bahane gerektiğini kendim de biliyordum. Beni kendisiyle birlikte götürüp, bana bakabileceğini sandığında Guido şaşkına dönmüştü, bilinçsizce sevinmişti, oysa her şeyi başından biliyordum. Elinden geleni yapmasına, çalışıp çabalamasına izin verdim. Yardımcı bile oldum ona, onunla birlikte olmak için işten erkenden çıkıyordum. Morelli'ye göre derdim, başımın belasıydı o. Üç ay boyunca gülmüş, Guido'yu da güldürmeye çalışmıştım: bir şeye yaramış mıydı? Benden ayrılmasını bile beceremedi. İnsan bir başkasını kendinden daha fazla sevemez. Kendini kurtarmayı beceremeyeni, kimse kurtaramaz'
Buraya geldiğimden beri iki-üç kitabı aynı anda okuyorum. Geceleri uyumadan Büyücü'yü elime alıyorum . Çok içtiğim geceler -haftanın 3-4 gecesi- sabah 6'ya karşı uyanıp baş ucumdaki lambayı yakıp Büyücü'ye devam ediyorum, gün ışıyana dek. 
Tramlarda ise Pavese yanımda oluyor. 42 yaşında kendi hayatına uyku hapı içerek son vermiş Cesare Pavese. Tezer Özlü'nün peşine düştüğü Pavese.
Romanının her sayfasında Torino sokaklarında dolaşır gibiyim..
Küçük bir valiz hazırlamalı şimdi ve Büyücü ile uyuyakalmalı yeniden. Sabah ilk trenle Paris. Montmartre'da oturup yağmur altında kahve içmek istiyorum bir başıma.

11 Ekim, 2011

La Guerre des Boutons

Geçtiğimiz hafta sonu bütün bir gün Paris'ten gelen bir arkadaşımı gezdirdikten sonra kendimi son seansını yakaladığımız Düğme Savaşları'nın gösterildiği bir salonda buldum. Arkadaşım filmin ismini görür görmez filmi izlememiz gerektiğini söylemişti, fakat filmin 2011 yapımı olduğunu ancak filme girdikten sonra fark ettik. La Guerre des Boutons, Louis Pergaud romanın bir uyarlaması. İlk film, Yves Robert yönetmenliğinde 1962 yılında çekilmiş. 1994 yılında John Roberts yönetmenliğinde tekrar edilmiş. Ben, Jeux d'enfants filminden adını duymuş olduğum yönetmen Yann Samuell'in 2011 versiyonunu izledim. Film, yıllardır anlaşmazlık yaşayan iki kasabanın çocuklarının oyun olarak başlayıp çeteler arası savaşa dönüşen maceralarını anlatıyor. Hikayede, çocuklar üzerinden savaşa, şiddete, hiyerarşinin oluşumuna, iktiar savaşlarına ve romanın yazıldığı döneme yapılan eleştiriyi dolaysız bir şekilde görebiliyorsunuz. Çatışmalarda galip gelen taraf, savaş ganimeti olarak esir aldıkları çocuğun kıyafetlerindeki düğmeleri koparıyorlar, filmin ismi de buradan geliyor.
Filmden sonra en çok akılda kalan diyaloglardan birisi, çatışma sırasında bir çocuğun 'si j'aurais su, je ne serais pas venu' yani 'eğer bilseydim, gelmezdim' demesi. Üstelik cümleyi şaşkın ve saf haliyle yanlış kurup 'si j'aurais su, j'aurais pas v'nu' diyor ki bu da hikayenin üzerine oldukça oturuyor.
2011 uyarlaması, Jeux d'enfants gibi gereksiz bir filmden dolayı sempati beslemediğim Yann Samuell için bence oldukça başarılıydı. Ancak eve gelir gelmez 1962 yapımını da indirdim, en uygun zamanda izlemek üzere...

05 Ekim, 2011

Découverte du vignoble

Keşifler için en güzel başlangıç haritalardır. Resmi bir bütün olarak görmek, parçalara ayırmayı ve gidilecek bölgeleri sıralamayı kolaylaştırır.
Bordeaux, 120,000 hektar ile Fransa'nın en geniş bağlarına sahip şehir. Değişken toprak yapısı ve mikro-iklimi ile kırmızı, beyaz, pembe, tatlı ve köpüklü şarap üretimine uygun bir potansiyele sahip.  Bu nedenle yılda ortalama 6 milyon hekto litre şarap üretiliyor. 
Kırmızı şaraplarda kullanılan üzüm çeşitlerine bakıldığında, güçlü bir alkole sahip, yumuşak ve yuvarlak şaraplar veren Merlot, Saint-Emilion bölgesinde baskın olan üzüm çeşitlerinden birisi. Zengin tanenli, derin, kompleks aromalı şaraplar veren Cabernet Sauvignon ise daha çok Médoc bölgesini temsil ediyor. Libourne bölgesinde yoğun olarak rastlanan Cabernet Franc ise güçlü alt aromalara sahip üzümlerden bir diğeri.
Beyaz şaraplarda kullanılan üzüm çeşitlerine baktığımızda, Sauvignon  Entre-Deux-Mers bölgesinin meyveli sek şarap veren ana üzümlerin başında geliyor. Sémillion ise, botrytis olarak bilinen asil küfü kullanarak zengin, altın rengi tatlı şaraplarda kullanılıyor.
Haritaya baktığımızda 5 ana bölge görüyoruz. Nehrin sol kıyısında, kuzey-batı bölgesinde Médoc bulunuyor. Médoc kelimesi, Latince'de 'in medio aquae'dan gelmekte, yani 'suyun ortasında' demekmiş. Napoleon Bonepart'ın isteğiyle hazırlanıp Bordeaux'nun en prestijli sınıflandırması olan 1855 klasifikasyonu, bir şato hariç (Graves bölgesinden Chateau Haut-Brion) tamamen Médoc bölgesindeki şatolardan oluşuyor. Bu nedenle önemli bölgelerden birisi olarak görülüyor.
Kuzeyde bulunan Blaye-Bourg bölgeleri ziyaretçilerin en sıcak karşılanacağı bölge olarak anlatılıyor. Küçük küçük taş evlerin bulunduğu alanda bağlar çoğunlukla nehri görüyor. Bölgeye özgü yemeklerin sunulduğu restoranlarda ise keyifle karın doyurmak mümkünmüş.
Doğu bölgesi Saint-Emilion, Pomerol ve Fronsac'dan oluşuyor. Dordogne nehrinin sağında bulunan bu alanda dünyaca ünlü şaraplar yapılıyor. Saint-Emilion, yalnızca mükemmel şaraplarıyla değil, aynı zamanda UNESCO tarafından dünya mirası kapsamına alınmasıyla da ünlü. Saint Emilion bölgesinde yer altında 200 km uzunluğunda şarapların yıllandırıldığı mahzenler olduğu söyleniyor. Pomerol alan olarak küçük olmasına rağmen bölgenin kilit noktalarından birisi. 
Güneydoğu'da iki deniz arası anlamına gelen Entre-Deux-Mers bulunuyor. İki nehrin sardığı bu bölge Bordeaux'nun en geniş bağlarına sahip. Canlı, meyvemsi kırmızı ve rozeler, genç içimli çeşitli sek beyazların yanında yarı-sek beyazlar ve tatlı şaraplar da üretiliyor. Bölge aynı zamanda orta çağa uzanan tarihiyle ve ünlü yazarlar Montaigne ve Mauriac'in ayak izleriyle de ilgi çekiyor.
Güneybatıda bulunan son bölge ise Graves. Bu bölge çok çeşitli ve prestijli şaraplarıyla öne çıkıyor. Kırmızıları çoğunlukla tam gövdeli ve güçlü, beyazları ise zarif ve hassas, tatlı şarapları ise oldukça yoğun.  Pessac-Leognan sek beyaz şarapların, Barsac ve Sauternes ise tatlı şarapların Bordeaux bağlarında sınıflandırmaya dahil olduğu tek bölge olarak geçiyor. Kısıtlı verimli uygulamasının bir kanıtı olarak, Sauternes bölgesinde bir omcadan yalnızca bir bardak şarap üretildiği söylenir.
Bordeaux'da bağlara arabasız gitmek biraz zor. Yaz dönemi otobüs seferleri sıklaşıyor ancak Eylül sonu gibi yalnızca tren seçeneği kalıyor. Seferler ise oldukça kısıtlı. Turist otobüsleri para tuzağı olmakla beraber bir çözüm yolu. Ben, erken bir saatte treni kullanıp, bölge içinde bisiklet kiralayarak dolaşmayı deneyeceğim. Yağmurlar başlamadan...

04 Ekim, 2011

Le Porge

Bordeaux'da yaz sıcakları devam ederken, okyanus kıyısında okumaya söz verdiğim Okyanus Deniz'i yanıma alıp Ekim ayının ikinci günü plaja gitmek üzere yola koyuldum. Tram B'yi kullanarak arkadaşımla merkezin batısında bulunan Méringac durağına ulaştık. Plaja giden otobüsler çok az olduğu için bir başka arkadaş bizi bu duraktan aldı. Yaklaşık 1 saat sürecek olan yolculuğa camları açıp Jacques Brel'den Amsterdam dinleyerek başladık.
Planımız en başta Arcachon koyuna gitmek, oradan ise Avrupa'nın en yüksek kumulu olan (deniz seviyesinden 107 metre yukarıya ulaşan) la Dune du Pyle'ya tırmanmaktı. Fakat arabayı kullanan arkadaş, bu güzel havanın hafta sonunda müthiş bir kalabalık yaratacağına bizi ikna edip Arcachon'un biraz kuzeyinde bulunan Le Porge kıyısına doğru yol almaya başladı. 
Yol Manu Chao şarkılariyla devam etti. Bir önceki gece götürüldüğüm la Dame de Shangai gemisinde  bulunan gece kulübüne dayanabilmek için çokça içtiğimden (clubbing bana göre değil, artık bunu kabul etmeliyim ve saatlice evime dönmeliyim) ara ara uykuya dalarak, ara ara da yolu izleyerek 1 saati  geçirdim. Arabayı bıraktıktan sonra plaja ulaşmak için kumların arasında biraz tırmandık, daha sonra kendimizi kıyıya kadar aşağıya bıraktık.
Boyumdan büyük dalgaların içinde soğuk suya rağmen kaç saat geçirdim bilmiyorum. Titremeye başladığımı fark ettiğimde saat akşam 6 olmuştu. Dönüp güneşin son ışıklarıyla kurudum, kumla oynadım, kitabımı okudum. 
Dönüş yolu biraz daha uzun sürdü. Bayram tatili sonrası pazar akşamı trafiklerine benziyordu. En kötüsü ise, Jardin Public'e ulaştığımda, karnımın deli gibi acıktığını ve açık bir yer bulmamın imkansız olduğunu fark etmekti.
Buzdolabımı hafta sonları dolu tutmaya kendi kendime söz verdim.

Madame Butterfly

Madame Butterfly, Giacomo Puccini'nin dünyaca ünlü 3 perdelik lirik bir operasıdır. Hikayesi ise kısaca şöyle; Madame Butterfly, Cio Cio San adında 15 yaşında genç bir geyşadır. İlk perdede Cio Cio San, Nagazaki'ye gelen genç bir Amerikan subayı ile evlenir. Evlilik 999 yıl geçerli olan bir kontrat üzerine yapılmış olsa bile, her ay yenilenme hakkına sahiptir. Madame Butterfly, evlenmekle kalmaz, dinini değiştirir, bunun üzerine ailesi tarafından reddedilir. Bir gün Amerikan subayı Pinterkon, geri döneceğine söz vererek, Amerika'ya gider. Madame Butterfly, o sırada hamiledir. Elbette bu gidişin bir dönüşü olmaz. Madame Butterfly üç yıl boyunca aşk ve acı içinde bekler. Pinterkon üç yıl sonra, Amerikalı yeni eşi ile birlikte çocuğunu almak üzere tekrar Japonya'ya gelir. Madame Butterfly ise bu acının üzerine kendisini öldürür.
Bordeaux'nun önemli yapılarından biri olan Grand Théatre'da bir süredir    oynanmakta olan operanın son gününe bir bilet bulup operayı izleyebildim. İtalyanca aryaları Fransızca alt yazılardan dinlemek büyük bir kayıp olmadı, zira hikayeyi az buçuk bilmek, olayları takip etmek için yeterliydi. Öte yandan, tiyatronun ve operanın atmosferi oldukça etkiliydi.
Bordeaux'da öğrencilere sağlanan kolaylıkları biletimi 8 avroya aldığımda bir kez daha hissettim...