Birkaç gün önce durakta beklerken, bana yaklaşan şortlu, güzel bir kadın gördüm. Narin olmayan bileklerine taktığı halhal ilişti gözüme. Başımı kaldırınca saçlarının duruşundan tanıdım onu, konuşmak istemedim. O geçene kadar elimdeki kitapla ilgilendim, böylece göz göze gelmedik. Sonra utandım kendimden. Bir zaman - belki de en güzel bir zaman - her gün konuştuğum bir kadındı o. Aslında küçük bir kızdı o zamanlar. İzmir'i terk ederken, arkada bıraktığım en güzel dosttu.
Odama döner dönmez, sakladığım - benim yerime annemin sakladığı - kutuyu açtım. İçindeki zarfları yere döktüm. Mavi, pembe, sarı. Mektup kağıtları vardı o zamanlar, belki hala vardır. Üzerlerinde güller, notalar, çeşitli desenler. Otuz kırk tane mektup buldum. Çoğuna dokundum, bazılarını okudum. Her biri, belki ilk ayrılıklarını yaşayan iki çocuğun, karşılaştıkları her yeni şeyi, hiçbir ayrıntı atlamadan birbirlerine anlatma çabasıydı. Çünkü, ayrıntılar atlanırsa, bir şeyler eksik kalırdı. Eksiklikler, boşlukları yaratırdı. Boşluklar birbirine eklenirse, iki insan birbirinden kopardı. 10 yaşında bile olsanız, bunu bilirdiniz.
Hikaye, beklendiği gibi gitmedi. Mektuplar azaldı, ayrıntıların ötesinde çokça şey atlandı. Fakat biz birbirimizden kopmadık.
Taa ki yıllar sonra aynı evi paylaşana kadar.
Farklılıklar, ancak mesafeler azalınca su yüzüne çıkıyor sanırım.
Buna rağmen, ben mektupları hep çok sevdim. O kadın ile beraber sevdim. O küçük kız ile. Sonraları başka mektuplar da yazdım. Kocaman bir kadın olduğumda yazdım. Mektuplar da aldım. Hep çok sevdim mektupları. Uzun uzun, el yazısı ile yazılmış kağıtları.
Olur da aklınıza takılırsa diye söylüyorum, mektubun uzunu makbuldür. Eski dostları görmemezlikten gelmek ise çok ama çok ayıptır.
Her şeyin hatrı, akıllarda kalmalı.