30 Haziran, 2011

başka başka perdeler, pencereler

Ev taşımak ilginç bir olaydır. Valizler odalara dökülür. Kıyafetler katlanır, toparlanır. Tabaklar, bardaklar, tuzluklar gazetelere sarılır. Kitaplar karton kutulara yerleştirilir. Fakat ev taşımanın en can alıcı kısmı, masa çekmecelerinin boşaltılmasıdır. Masa çekmeceleri, zaman taşıyıcılarıdır. Eğer, benim gibi biraz da dağınık bir insansanız, bu eylem, saatlerinizi alabilir. Faturalar ve fişler çekmecenin en çok yer kaplayan parçalarıdır. Aralarından küçük defterler ve kağıtlar ayırt edilir. Küçük defterlere alınmış notlar okunur. Bazı kağıt parçalarının, o eve sizinle beraber taşınmış olduğunu anlarsınız. Başvuru belgeleri, motivasyon mektupları, referans mektupları, diploma çevirileri, dergilerden kesilmiş parçacıklar, başka şehirlerden alınmış kartlar. Her biri insanı başka bir güne taşır. Bir de benim gibi, eski defterleri atmaya kıyamıyorsanız, görmek ve hatırlamak istemediğiniz defter parçalarını zımbaladıysanız, yıllar sonra, kaleminizden dökülenleri bir başka taşınmada açıverir, gülümseyerek okursunuz.
Ev taşımak hüzünlü fakat zevkli bir olaydır. Bir zaman diliminin dökümünü yapmak gibidir. Bavula konulan bir şapka veya gazeteye sardığınız, daha önce olmayan bir bardak, sizinle bir ihtimal, daha çokça yol gidecektir.

21 Haziran, 2011

Dirty Life&Times



Warren Zevon hayatı boyunca doktorları hiç sevmemiş. Ben de sevmedim. Ne doktorları, ne hastaneleri.
2003 yılında, 56 yaşında akciğer kanserinden öldüğünde onu tanımıyordum. 
İzlediğim bir dizinin müziklerinden olmalı, son zamanlarda çokça Warren Zevon dinledim. Halbuki güzel şeyleri çokça dinlemek risklidir. Eskirler. Ne kadar iyi oldukları mühim değil. Buna rağmen dinlemeyi bırak(a)mıyorum. 


17 Haziran, 2011

bir varmış, bir yokmuş

İki buçuk yıl önce, Şubat-Mart aylarıydı. Yakın bir arkadaşım, kötü bir dönem geçiriyordu. Toparlanmasına yardımcı olmak için büyük çaba harcıyordum. Onca işin içerisinde, her akşam bir şeyler içmeye gidiyorduk. Benim de normale kıyasla keyifli bir dönemde olmadığımı düşünürsek, ikimize de iyi geliyordu kalabalık ortam ve alkol. Özellikle alkol. Taksim meydanından tünele doğru yürümeye başladığımızda, her gün aynı soruyu soruyorduk: "Bugün nereye gitsek" Bunu düşünürken samimiydik. Bir yandan bunu düşünmenin anlamsız olduğunu biliyorduk. Ayaklarımız, aklımızdan ne geçerse geçsin, bizi Peyote'ye götürüyordu. Aradığımız, yalnızca alkol ve güzel müzikti. Konuşurken veya konuşmak istemediğimiz anlarda dinleyebileceğimiz. 
O bira isterdi, ben bir duble rakı alırdım. Peyote'de rakı pek içilmezdi. Fakat bana iyi gelirdi. Geliş sıklığımızdan olsa gerek, zamanla rakının yanında, istemediğimiz halde, votka bardağına dilimlenmiş yeşil elma getirmeye başladılar. Onlar bize alıştı, biz onlara. Merdivenlerden çıktığımızda, sağda müzikleri yapan güzel bir adam otururdu. O da rakı içerdi. Bazen başıyla, bazen gözleriyle selam verirdi. 
Bir gün, merdivenlerden genç bir kadın çıktı. Siyah küt saçlı, vücudunu saran ince bir elbisesi, kırmızı ruju ve kırmızı rugan topuklu ayakkabıları vardı. Önce biraz durdu, sonra adama döndü. Yüzüne baktı, bir şey demedi. Sonra dans etmeye başladı. Aynı havayı soluyan her şeyi etkisine alarak. Baştan çıkarıcı. Hepimiz o kadını izledik. Adam da izledi. Her hareketine hapsolarak. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Müzik durdu, kadın da. Adam birkaç saniye gözlerini kapattı.  Kadın ona yaklaştı, eline dokundu ve o güzel adamı alıp götürdü. Biz, bir film sahnesinden aniden düşmüş gibi öylece kalakaldık.
Kırmızı rujlu kadını bir daha görmedik. Ancak o güzel adamın müziklerini çokça kez dinledik.
Bu yüzden, dün, "Beyoğlu Bir 'Kimlik' Daha Kaybetti" haberini okuduğumda, ne yapacağımı bilemedim. 
O güzel adam, Hakan Orman, iki hafta önce geçirdiği trafik kazasının ardından, iki gün önce hayatını kaybetmiş. O gece, Peyote'de hiç içilmediği kadar çok rakı içilmiş. Çünkü kendisi rakı içmeyi ve yeşil elma yemeyi çok severmiş.
Böyle zamanlarda sözler işlevsiz kalıyor.
Huzur içinde uyusun. 

09 Haziran, 2011

old shoes (and picture postcards)

Her insanın bir "to do listi" vardır. Herhangi bir zaman diliminde yapılmak üzere, aklın bir köşesine yazılmış, büyüklü küçüklü planlar/hayaller. 
Mauerpark'ta her çarşamba açılan bit pazarından, üzerinde Tom Waits'in bir masa önünde sigara içtiği turunculu yeşilli bir mıktanıs almıştım iki yıl önce. Masamın üzerindeki mantar panonun üzerine doğru yerleştirmiştim. Çok üzgün/çok mutlu olduğum gecelerden/günlerden sonra, bir sigara yakar, uzun uzun ona bakardım. Karşımdaymış, sakin bir barda karşılıklı birer sigara yakmışız, viski içiyormuşuz gibi hissederdim. Yarım saat kadar, fazla değil. 
Geçtiğimiz yaz başlangıcı odamdan taşınırken o mıktanısı kaybettim. O dönem, üzüldüğüm çokça şeyin içinde, en kötüsü buydu belki.
"To do list"ime, yeni duraklar ekliyorum bugünlerde. Yaz/kış. Gece/gündüz gidilecek. 

İçini çok sevdiğim, ömrü yollarda geçen bir adam, benimle bir çay içip, beni büyük bir mütevazilikle dinledikten hemen sonra "hayatta ne yapiyor olursan ol, aslolan gitmektir" diye imzalamıştı güzel kitabını. Tom Waits dinlerken anımsadım. 

04 Haziran, 2011

Accent of Fashion


Ünlü İngiliz şapka tasarımcısı Stephen Jones'un sergisi Vakko Moda Merkezi'nde bir süredir. Uzun yıllardır
müzisyenlere ve moda tasarımcılarına akıl almaz şapkalar tasarlayan Jones'un, 30. yıl kutlaması ile dünyayı
gezecek olan sergisinin ilk durağı İstanbul olmuş. 7 Haziran'a kadar gidip görmek gerek.

Smoke

Dün çimlerde oturmuş arkadaşlarımı beklerken, kulaklığımın bir tarafı bozuk olduğu için, yanımda oturan bir çiftin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Yüzünü göremediğim siyah küt saçlı kız bir süredir fotoğrafla ilgilendiğini, ancak  bütün bu süre içinde ilginç olan her şeyi çektiğini ve artık hiçbir şey kalmadığı için ne yapacağını bilemediğini söyledi. O an aklıma, "Smoke" filminin ilk kez bir fotoğraf dersinde izlediğim bu sahnesi geldi. 



Fotoğraf, böyle bir dönemde, ölü bir sanat olarak algılanabilir. Öte yandan, bir "an"ı kaydetme fikri, en temelinden kimilerine anlamsız gelebilir. 
Fakat ben, ölü bir karenin kendi içinde sakladığı olası hikayelerden bir şekilde heyecan duyduğum için seviyorum belki fotoğrafı. Mesele, bu hikayeleri bilmek ya da bilmemek değil. Hikayeleri anımsamak için onları kaydetmek ise hiç değil. Mesele, elimizde duran ölü bir şey'in aslında bir o kadar canlı olması.

03 Haziran, 2011

once upon a time

Birkaç gün önce durakta beklerken, bana yaklaşan şortlu, güzel bir kadın gördüm. Narin olmayan bileklerine taktığı halhal ilişti gözüme. Başımı kaldırınca saçlarının duruşundan tanıdım onu, konuşmak istemedim. O geçene kadar elimdeki kitapla ilgilendim, böylece göz göze gelmedik. Sonra utandım kendimden. Bir zaman - belki de en güzel bir zaman - her gün konuştuğum bir kadındı o. Aslında küçük bir kızdı o zamanlar. İzmir'i terk ederken, arkada bıraktığım en güzel dosttu.
Odama döner dönmez, sakladığım - benim yerime annemin sakladığı - kutuyu açtım. İçindeki zarfları yere döktüm. Mavi, pembe, sarı. Mektup kağıtları vardı o zamanlar, belki hala vardır. Üzerlerinde güller, notalar, çeşitli desenler. Otuz kırk tane mektup buldum. Çoğuna dokundum, bazılarını okudum. Her biri, belki ilk ayrılıklarını yaşayan iki çocuğun, karşılaştıkları her yeni şeyi, hiçbir ayrıntı atlamadan birbirlerine anlatma çabasıydı. Çünkü, ayrıntılar atlanırsa, bir şeyler eksik kalırdı. Eksiklikler, boşlukları yaratırdı. Boşluklar birbirine eklenirse, iki insan birbirinden kopardı. 10 yaşında bile olsanız, bunu bilirdiniz.
Hikaye, beklendiği gibi gitmedi. Mektuplar azaldı, ayrıntıların ötesinde çokça şey atlandı. Fakat biz birbirimizden kopmadık. 
Taa ki yıllar sonra aynı evi paylaşana kadar.
Farklılıklar, ancak mesafeler azalınca su yüzüne çıkıyor sanırım.
Buna rağmen, ben mektupları hep çok sevdim. O kadın ile beraber sevdim. O küçük kız ile. Sonraları başka mektuplar da yazdım. Kocaman bir kadın olduğumda yazdım. Mektuplar da aldım. Hep çok sevdim mektupları. Uzun uzun, el yazısı ile yazılmış kağıtları. 
Olur da aklınıza takılırsa diye söylüyorum, mektubun uzunu makbuldür. Eski dostları görmemezlikten gelmek ise çok ama çok ayıptır.
Her şeyin hatrı, akıllarda kalmalı.



02 Haziran, 2011

Sonata in G major, K.13/L.486/P.69: Presto

İnsan, hiç durmadan çalışırken, bira içip, erguvanları da saymalı sayılı günlerde.
Hayatı hızlandırmalı, hızlandırmalı, hızlandırmalı.

Biraz da Scarlatti çalsın Glenn Gould.