Elimi deklanşörden çekmiş olduğum gibi kelimelerden de uzaklaştım bir süredir. Yazmayalı noel geldi şehre ve ben güneye, Gaudi'nin şehrine kaçtım. Barselona'ya Vueling Airline ile iniş yaparken Bordeaux'nun bulutlu havasını geride bırakmış olduğumuzu anladım. Aralık ayının sonlarında ince bir mont ve güneş gözlükleri ile sokaklarda dolaşmak bir tuhaf oluyor.
Barselona'ya aşık olmadım. Ancak Barselona'yı çok sevdim. İnsanları mantık evliliğine götüren cinsten bir his. Trenden iner inmez çalışmayan bir yürüyen merdivenle karşılaşmak beni çok güldürdü. Avrupa şehirlerinin düzenini sevmeme rağmen yolunda gitmeyen bir şey görünce içimi hınzır bir mutluluk kaplıyor.
Antonio Gaudi şehrin renkli bir gölgesi gibi. Koyu bir milliyetçi ve Katolik olan Katalan mimarın eserleri Barselona'nın her yanına dağılmış durumda. Güell Parkı'ndan Casa Vicens adlı yazlık evine, Casa Mila'dan halen yapımı sürmekte olan La Sagrada Familia bazilikasına kadar her eser şehri sıra dışı bir görselliğe kavuşturuyor.
Bir de limon ağaçları var Barselona'da. Limon ve portakal ağaçları; insanı sebepsiz yere mutlu eden. Yüksek sesle konuşan insanların arasında Akdeniz havasını soluyorsun. Ilık hava ve güzel yemekler. Paella ve tapas yemek ilk görevin oluyor şehirdeki ilk gününde. Kimseye Sangria hakkında kötü bir şey söylemiyorsun, zira Katalanların hassas noktalarından birisi bu. Şarap niyetine değil de kokteyl niyetine içtiğinde keyif bile alabilirsin. Ancak akşam yemeğini güzel bir Rioja ile geçirmeyi ihmal etmemek gerek.
Her yanı pazar dolu Barselona'nın. Üstelik haftanın her günü açık. Taze deniz ürünü, meyve ve sebze bulmak mümkün. Deniz ürünlerinden seçip o anda pişirmelerini isteyebiliyorsun. Cava içmek için en uygun zaman ise bu keyifli tabure üstü yemeği oluyor.
Yeni bir şehre gittiğimde, görülmesi gereken her müzeyi ve her tarihi eseri koşturarak gezmeyi artık hiç sevmiyorum. İçlerinden birkaç tane seçip, kalan vakti şehrin ara sokaklarında öylesine dolaşarak geçirmek tembellikten ziyade şehre hakkını vermek gibi geliyor. Kalan eserler gezilir, bir başka ziyarette. Bu dört güne ise Picasso müzesi ve modern sanat müzesini koydum. Picasso'yu evinde ziyaret etmiş gibi hissettim. Herkes dahi doğmuyor, bir kez daha anladım.
Modern sanat müzesine gelince, sergi kadar müzenin mimarisini çok sevdim. Bir süre önce okuduğum, İsviçreli mimar Peter Zumthor'un kitabını anımsattı bana. Peter Zumthor, bir eseri nasıl planladığını şiirsel, yalın ve içten bir dille anlatıyordu. Bir binanın teknik detaylarından çok atmosferinin ne denli önemli olduğundan bahsediyordu. Modern sanat müzesinin kendine has bir atmosferi vardı, içindekilerden ve dışındakilerden bağımsız, insanı etkileyen. Sergi odacıklarının birinden diğerine giderken en az onar dakika merdivenlerinde öylece durmama neden oldu bu.
Barselona'da yapılması gerekenlerden bir diğeri ise sahilde sabahlamakmış. Fakat hava ne kadar ılık da olsa akşam serinliği buna izin vermedi. Yine de elimizde şarap, geniş kumlarında birkaç saat harcadık. Frank Owen Gehry'nin 'balık'ına kadar yürüdük. Noel gecesi olduğu için boşalan sokaklarında son bir kez ağır ağır yürüyüp havayı içimize çektik.
Bu doğal, kendi halinde ve ama etkileyici Katalan şehrinden Paris'e geçmek beni yeniden hoşnutsuzluğa sürükledi. Fakat yıllardır görmediğim bir iki dostla 31 Aralık günü Paris sokaklarında yürürken, Paris'ten keyif almadım değil. Her yer, yanında birileri varken farklı anlamlanıyor.
Gezmek ve keşfetmek ne kadar keyifli olsa da Bordeaux'ya dönmek beni her seferinde aşırı mutlu ediyor. Farklı bir rahatlıkla nefes alıyorum bu küçük şarap şehrinde.
Önümde ufak tefek başka yolculuklar var. Özellikle beni korkutan iki Paris gezisi daha.
Üzerinde düşünmemeye gayret etsem de, dün gece bir arkadaşıma İstanbul'dan bahsederken, İstanbul'u özlediğimi fark ettim. Fazlasıyla. Aile, dost, arkadaştan öte, şehrin kendisini. Karmaşasını. Saçmalığını ve kalabalığını. Tarifsiz güzelliğini. Gezdikçe daha da iyi anlıyorum, İstanbul'un dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olduğunu.