13 Temmuz, 2012

il tempo in Italia

Neredeyse üç ay oldu San Miniato'ya geleli. Nisan'ın serin yağmurlu havası gitti, yerine yakıcı sıcaklar geldi. Üzümler salkım salkım oldu. Henüz yeşil, eksi ve küçükler ama bir ay içinde renkleri döner.
İyi-kötü, endişeli-mutlu bir dönem geçiriyorum. Çokça insan gidip geliyor bağda çalışmak için. Wwoof (world wide oppotunities on organic farms) adında, dünyanın organik tarım yapan çiftliklerinde çalışmak üzere kurulmuş bir program aracılığıyla burayı buluyorlar. Amerika'dan, İskoçya'dan, Litvanya'dan insanlarla yaşıyorum. Birçoğu öğrenci, dünyayı gezmek için bir yol bu program onlar için. 
İtalya'nın tadına çok varabilmiş değilim. Tezimi teslim edip iki hafta tatil yapacağım cuma gününü bekiyorum. Son bir hafta, geri sayıyorum.

25 Mayıs, 2012

Tenuta di Poggio

Yazmadım. Uzunca zaman oldu. On iki günlük bir İstanbul macerası yaşadım. Hiç yetmedi. Valizi boşalt. Dostları gör. Urban'da yemek, Çukur'da rakı sofrası. İçime soksam, ayırmasam yanımdan dediğim dostlar. 
Sonra yeniden valiz. Roma'ya uçuş. Ardından Pisa. 
Son durağım, San Miniato. Pisa ile Floransa'nın arasında, Toskana'nın orta yerinde, orta çağ mimarisi ile küçük bir kasaba. Kulesi, sakin birkaç Piazzası, tiyatroları, ve yer mantarları ile meşhur. Burada San Miniato'lu olmak diye bir şey var. Ne zaman bir yerlere gitsek, 'San Miniato'lu olmak istiyorsan şu sokaktan gelen kasabı tanımalısın' deniyor. Gençler San Miniatolu olmaktan pek mutlu, pek keyifli. 
Kaldığım yer, bu kasabaya yürüme yarım saat uzaklıkta. Öylece uzanıyor bağlar önümde. Gün doğumları ve batımları, gerçekliğine inanamayacağım güzellikte. Toprak ayaklarımın altından kayıyor.
Çok çalışıyorum. Normal saatlerin ötesinde. Uyuyakalıyorum çokça, 11 gibi. Şikayetçi değilim.
Çevredeki şehirleri gezmeye başladım, Floransa, Pisa, Sinena, Lucca, San Gimignano, Grosseto.Her biri birbirinden keyifli. Pisa, küçük olmasına rağmen, zaman geçirmekten çok keyif aldığım bir yer. Floransa'da ise yaşamayı ne çok isterim. 
Bunca zaman yazmamış olmanın verdiği yoğunluk var. Her bir ayrıntıyı anlatmak olası değil.
Yazmadım, ama yazacağım. 

Piano piano.

Burada öğrendiğim en komik İtalyanca kelime 'bo'
Toskana bölgesine özgü bir tepki aslında.

Bir şey bilmediklerinde, bilmiyorum (non so) demek yerine bo diyorlar. Çok hoşuma gidiyor.

02 Nisan, 2012

home sweet home

Başladığım yere geri döndüm. Paris CDG havaalanı. Turuncu valizimle uzun terminallerden zor bela geçip check-in yapmayı başardım. TK 1828 sayılı seferi bekleme vakti şimdi. Kendime kuytu bir köşe buldum, Cat Power dinliyorum. Annem sütlaç yapmış. Bir de dolma sarmış. İçimde bir yumruk var. Karmakarışık duygular içindeyim. Geride bıraktıklarım için bu denli üzüleceğimi bilmiyordum. Dün tramda biraz ağlamaklı oldum. Sabah uzunca bir yazı yazıp Maison Danjou'nun buzdolabına yapıştırdım. Öte yandan heyecan artıyor. Sütlaçlar, rakılar, sarılmacalar, boğaz kokusu ve sonra hasır şapkamla yeniden yollar.

22 Mart, 2012

la clef des terroirs


Bir Guillaume Bodin filmi la clef des terroirs. Biyodinamik üretimi ve organik tarımı röportajlarla keyifle anlatan bir belgesel. Çevreye duyarlılığın bir zorunluluk+moda haline geldiği bugünlerde herkesin dilinde bu 'bio' ürünler. Peki ama ne demek organik tarım, biyodinamik üretim ile tam olarak farkı nedir? 
Organik şarap üretimi, tarımda kimyasal ilaç, gübre ve yemler kullanılmasına izin vermez. Yalnızca belirli miktarlarda koruma amaçlı sülfür dioksit ekleyebilirsiniz. Biyodinamik üretim ise organik üretimin ötesinde, kendi içinde bir felsefe taşıyor. Amaç, bir bağın her ihtiyacını kendi sınırları içerisinde karşılayabilmesi. Dışarıdan herhangi bir kimyasal madde alımı olmadan, hayvan dışkılarından veya bitkilerden, üzüm atıklarından toprağa birleşimler hazırlayıp toprağı besleyecek, hastalıklarla savaşacaksın. Küçük zararlı canlılardan büyük canlılara yaşam alanı sağlayarak kurtulacaksın. Aslında bakıldığında, yeni bir yaşam alanı yaratmayı gerektiriyor biyodinamik üretim, hayvanlarıyla, zeytin ağaçlarıyla, toprağı süren atlarıyla. Üretim sırasında da üzümün içerdiği maya dışında ek bir mayaya ve herhangi bir işleme izin vermiyor. Üzümlerin toplama dönemleri dahi, ayın hareketlerine göre ayarlanıyor. 
Şarapçılık denince akla ilk gelen kelime, 'terroir'dır. Herkesin dilinde dolanır durur. Bir sözcükten öte bir kavramdır. Şaraba etki eden unsurların toplamı olarak algılayabiliriz bu kelimeyi. Toprağın cinsinden iklimine, rüzgarın yönünden, üzüme dokunmuş ellere kadar her şeyi kapsar. Üzümden kadehe olan yolculuğun her adımıdır. 
Biyodinamik üreticiler, amaçlarını, şaraplarına etki eden her şeyi, yani teruarlarını daha iyi anlayabilmek olarak tanımlıyorlar. Onu hissedip yaşayabilmek, iklime, rüzgara, yağışa, her ayrıntının üzümlerine nasıl etki ettiğini bilebilmek istiyorlar. Bununla beraber onu kendi yaşam alanında tedavi etmek, küçük dokunuşlarla doğanın içinde yönlendirmek istiyorlar. 
Bütün bu süreç, insana bir öykü gibi geliyor. Öte yandan, insan zamanını ve ruhunu verirse, güzel sonuçlar elde edilebileceği hissindeyim. Bana hitap edip beni etkileyen herhangi bir organik/biyodinamik şarap içtin mi derseniz, hayır. Yine de önümüzdeki 6 ayı biyodinamik üretim yapan zeytin ağaçlı bir şaraphanede geçirme konusunda hevesliyim. Henüz şaraplarından tatmamış olsam da...

18 Mart, 2012

old photos

Küçükken, en büyük zevklerimden birisiydi, annemi makyaj yaparken izlemek. Dünyanın bir başka ucundaydık. 90'ların başı olmalı. Vatkaların ve renkli ceketlerin moda olduğu zamanlar. Annem aynanın karşısına geçer, babamla gideceği akşam yemeğine uygun kıyafetini seçer, sonra o kocaman makyaj setini açardı. Her renkten göz kalemi, far ve ruj olurdu içinde. 
Öylesine cart renklerin rahatça giyildiği zamanlar geçti, biz çok şehir değiştirdik. Fakat, annem ile babamın odasında bulunan her aynanın sol üst köşesinde, annemin gençlik yıllarına ait siyah beyaz bir fotoğraf bulunurdu. Bir portre, öyle güzel siyah sürmeli gözlerini açığa çıkaran. Nereye gidersek gidelim, o fotoğraf mutlaka bizimle gelirdi. Baktıkça düşünürdüm, insanın zamana rağmen inatla aynı kalan tek şey gözleri diye. 
Bir de televizyonluğun altındaki çekmecelerimizde albümlerimiz olurdu. Annem ile babamın ispanyol paça ve mini etek giyerek dolaştığı/dolaşabildiği zamanlar. Belki üçten fazla dolu dolu albüm. Karışık zamanlar, 80'ler. Fotoğraflar; tuhaf zaman tünelleri. Mesela bu bebek. Şimdilerde Maison Danjou'nun duvarlarını süsleyen diğer kadın. Kim olduğunu bilmiyorum/bilmiyoruz. Pek muhtemel, çocukluğunu ve gençliğini odalarımızda geçirmiş kadınlar. Gözlerinin altı, annem gibi yılların etkisinde mi acaba? Belki çok daha yaşlıdrlar.
Zaman nasıl da akıp akıp gidiyor. 

28 Şubat, 2012

sounds and smells

Bahar geri geldi. Şubat'ın son günleri, Maison Danjou'nun bahçesinde kahvaltı yapıyoruz. Biz çok kalabalıklaştık. Geldiğimde birkaç kişiyken, şimdi o eski filmlerdeki büyük ailelere benzedik. Havalar böyle devam etsin istiyorum, Bordeaux'da son bir ayım olduğunu düşündükçe. Bu şehre elbette yolum düşer bir başka zaman, ama uzun süreli olur mu bilemem. 'Halbuki daha yeni rayına girmişti her şey.' Yeniden yollar. Dilini bilmediğim şehirler. 
Herhangi bir şey rayında o kadar da güzel değil.

Bu sabah uyanıp İstanbul biletimi aldım. Aylar sonra. Yollar arası durağım İstanbul. Kokusunu içime çekip öyle devam etmeliyim.

23 Şubat, 2012

sud

Avrupa şehirlerinin içinden geçen nehirler, şehirleri daha sempatik hale getiriyorlar, doğru. Fakat söyleyin, deniz gibisi var mı? 
Birkaç gün oldu, dünya ile bağlantımı kesip güneyde bulunan Narbonne adlı küçük şehre gittim. Susuzluk sıkıntısına rağmen bolca şarap üretilen bu bölgede baharatına dolgun şiraz bağlarını gezerken, arabayı kullanan arkadaşım 'deniz kıyısına gitmek ister misin, özlemiş olmalısın, İstanbullusun sen' dedi. Söylediği gibi iyi geldi ellerimi cebime sokup Akdeniz kıyısında dolaşmak. Biraz ileride bereleri ile koşuşturan çocukları izleyerek.
Yazlık yerler, kışları bir başka güzel oluyor. Hele güneyse ve soğuğa rağmen hep güneşi görüyorsa. Bağlar öylece uzanıyorsa önünde ve akşam sofranda bitmeyecek çoklukta şarabın varsa eğer. 
Adayı hatırlattı bana bu küçük gezi, bir sigara yakıp yıldız bolluğunu görmek için kendi etrafımda dönerken.

18 Şubat, 2012

Une fois de plus, Paris

Bir başka -uzun bir süre için son olacağını tahmin ettiğim- Paris yolculuğundan dönerken, trende arkadaşıma dönüp 'I can't sleep, I have energy bubbles in my stomach' dedim. Birkaç saniye sustuk, sonra karşılıklı gülmeye başladık. Geçirdiğim en keyifli Paris gezisi olmalıydı. Pek enteresan olmayan Hilton, Westin otelleri dışında, odalarının boyutlarıyla uyuşmayan fiyatları ile aklımı alan butik otelleri dolaştık. Atmosfer ve dizaynın insanı nasıl içine çekip hiç düşünmeden uçuk paralar harcamaya itebileceğini bir nebze olsun hissetmiş oldum. Bir nevi 'estetik' düşkünlüğü belki bu. 
Bu gezinin bir diğer getirisi ise, saha gezileri ile bizde oluşturduğu rahatlık oldu. Lüks markaların mağazalarına girmek öyle kolay değildir. Kapıda bekleyen siyah takım elbiseli adamlar önce ayakkabılarınızı, sonra çantanızı süzer, en son yüzünüze bakarlar. (Paranın kimde olacağını bilemezsiniz dememiş olmalı onlara satış pazarlama müdürleri - yine de bende olmadığı aşikar galiba) Fakat yeterli öz güven ile içeri girdiğinizde, bu bakışlar ile baş edebiliyorsunuz. Bu sayede işlerinde başarılı olan markaları da ayırt edebilmeniz mümkün. Chanel'de anlamsız bakışlar altında dolaşmış olsak bile, Fransa'nın en zengini sevgili Bernard Arnault'un yeni mağazası Moynat'da unutulmaz bir yarım saat geçirdik. Lüks markaların en çok tutundukları şey elbette hikayeleri. Kurmaca ya da gerçek. Abartılmış veya sade. Önemi yok. Mesele bunu nasıl aktardıklarında. Rue St. Honore'da bulunan Moynat mağazasının yeni ürünleri 1850'lerden kalma valizlerin arasına yerleştirilmiş. Eski müşterilerine ulaşıp bu valizleri yeniden nasıl toparladıklarını anlatıyor mağaza görevlisi heyecanla. Uzun bir geçmişe sahip olmanın ağırlığı var mağazanın içinde. Dünden bugüne ise şık bir geçiş var. Örneğin yeni çantaların tutma yerleri, eskileri ile aynı. Aynı zamanda modern bir tasarım. Bir markanın köklerine bağlı kalarak kendini yenileyebilmesi dikkat gerektiren bir süreç. Bir çok marka bunu beceremediği için tutunabilirliğini kaybetmiyor mu zaten.
Popüler lüks markaların dışında, küçük moda ve sanat evlerini keşfetmek sanırım gezinin en zevkli kısmıydı. Bu aslında bir çok kişinin bir Paris keşfi sırasında keyif alabileceği bir şey olmalı. Yine de bu işlerle uğraşan bir parisienden birkaç ipucu almak gerekebilir. Çünkü bu küçük ve keyifli 'maison'lar öyle ortalıkta olmayabiliyorlar. Örneğin rue Herold'da durduğumuz yeşil kapının L'Eclaireur gibi bir moda evine açılabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Fakat bu dünyayı keşfedebilmek için zile basmanız yeterli. Kapı otomatik açıldığında kimse kim olduğunuza, elinde hangi çantayı taşıdığınıza bakmıyor. Dilediğiniz gibi içeri girip tasarımları inceleyebiliyorsunuz. Beni oldukça heyecanlandıran bir başka şey ise parfüm evleri oldu. Birisi Palais Royal'de bulunan Maison Serge Lutens, diğeri ise Jar parfum. Her ikisininde de şık bir ilgi, güzel kokular ve hoş bir sohbetle karşılandık. İnsanı etkileyen ürünün kendisinden çok, üretenin tutkusu oluyor sanırım. Bu tip moda-parfüm-sanat evlerinde üretene-hikayaye daha yaklaştığı için insan, bundan daha çok keyif alabiliyor. Yoksa mesele iyi parfüm bulup-bulmamak değil elbette. Dünya kadar parfüm dolu Sephora. Dior'undan Hermes'ine. 
'Energy bubble'larına dönecek olursak. Bütün bu dünya, benim kendimi içinde göremediğim onlarca öğe ile dolu. Bazen karnıma ağrılar giriyor gülmekten. Ancak bu süreçte karşılaştığım, içinde yaratıcılık ve tutku barındıran her şey, beni - henüz tanımlayamadığım - arzu ettiğim şey(ler)e  daha çok yaklaştırıyor. Bir şekilde... 

05 Şubat, 2012

beyaz

Bu sabah karla uyandık. Son iki haftadır iliklerimize kadar işleyen soğuk hava böylelikle biraz yumuşadı. Kolları sıvayıp menemen yaptıktan sonra Tayyip Erdoğan-Paul Auster atışmalarını ve Humus katliamını okuyarak gündemden payımı aldım.
Takip ettiğim birkaç bloga baktım sonra. Yazılarını çok sevdiğim bir kadın var. Hayatımda bir kere gördüm ama tanımam. Evlendiğini okudum bu sabah, garip geldi. İnsanlara sadece kelimelerinden dolayı yakın olmak tuhaf bir duygu.
Biraz da google earth gezisi yaptım. Bana yeni yollar göründüğünde heyecanımı bastıramayıp tüm şehri gezmeye niyetleniyorum her seferinde. 
Her şey sürekli değişiyor. Geçtiğimiz iki hafta en yakınlarımı ağırladım bu şehirde mesela. Keyfine doyum olmadı. Peşine kar bile gördüm Bordeaux'da, daha ne olsun? 
Belki gitme vakti yaklaşıyordur. İyi şeyler aniden olur der Oğuz Atay. Haklı galiba. 

16 Ocak, 2012

ran

Dün Nazım'ın 110. yaş günüydü. Aslında 110'dan biraz fazla, zira asıl doğum günü 15 Kasım. Gecenin bir yarısı olmuş hissindeyim. Halbuki saat 10 buçuğu biraz geçmiş.
Saatlerdir belli belirsiz bir sebeple ağlamayı bırakıp Piraye için yazılmış saat 21-22 şiirleri'ni okumaya başladım. Ayaklarım çıplak. İnsan bazen ne fena kayboluyor değil mi? 

la ciutat de Gaudi

Elimi deklanşörden çekmiş olduğum gibi kelimelerden de uzaklaştım bir süredir. Yazmayalı noel geldi şehre ve ben güneye, Gaudi'nin şehrine kaçtım. Barselona'ya Vueling Airline ile iniş yaparken Bordeaux'nun bulutlu havasını geride bırakmış olduğumuzu anladım. Aralık ayının sonlarında ince bir mont ve güneş gözlükleri ile sokaklarda dolaşmak bir tuhaf oluyor.
Barselona'ya aşık olmadım. Ancak Barselona'yı çok sevdim. İnsanları mantık evliliğine götüren cinsten bir his. Trenden iner inmez çalışmayan bir yürüyen merdivenle karşılaşmak beni çok güldürdü. Avrupa şehirlerinin düzenini sevmeme rağmen yolunda gitmeyen bir şey görünce içimi hınzır bir mutluluk kaplıyor. 
Antonio Gaudi şehrin renkli bir gölgesi gibi. Koyu bir milliyetçi ve Katolik olan Katalan mimarın eserleri Barselona'nın her yanına dağılmış durumda. Güell Parkı'ndan Casa Vicens adlı yazlık evine, Casa Mila'dan halen yapımı sürmekte olan La Sagrada Familia bazilikasına kadar her eser şehri sıra dışı bir görselliğe kavuşturuyor. 
Bir de limon ağaçları var Barselona'da. Limon ve portakal ağaçları; insanı sebepsiz yere mutlu eden. Yüksek sesle konuşan insanların arasında Akdeniz havasını soluyorsun. Ilık hava ve güzel yemekler. Paella ve tapas yemek ilk görevin oluyor şehirdeki ilk gününde. Kimseye Sangria hakkında kötü bir şey söylemiyorsun, zira Katalanların hassas noktalarından birisi bu. Şarap niyetine değil de kokteyl niyetine içtiğinde keyif bile alabilirsin. Ancak akşam yemeğini güzel bir Rioja ile geçirmeyi ihmal etmemek gerek. 
Her yanı pazar dolu Barselona'nın. Üstelik haftanın her günü açık. Taze deniz ürünü, meyve ve sebze bulmak mümkün. Deniz ürünlerinden seçip o anda pişirmelerini isteyebiliyorsun. Cava içmek için en uygun zaman ise bu keyifli tabure üstü yemeği oluyor.
Yeni bir şehre gittiğimde, görülmesi gereken her müzeyi ve her tarihi eseri koşturarak gezmeyi artık hiç sevmiyorum. İçlerinden birkaç tane seçip, kalan vakti şehrin ara sokaklarında öylesine dolaşarak geçirmek tembellikten ziyade şehre hakkını vermek gibi geliyor. Kalan eserler gezilir, bir başka ziyarette. Bu dört güne ise Picasso müzesi ve modern sanat müzesini koydum. Picasso'yu evinde ziyaret etmiş gibi hissettim. Herkes dahi doğmuyor, bir kez daha anladım.
Modern sanat müzesine gelince, sergi kadar müzenin mimarisini çok sevdim. Bir süre önce okuduğum, İsviçreli mimar Peter Zumthor'un kitabını anımsattı bana. Peter Zumthor, bir eseri nasıl planladığını şiirsel, yalın ve içten bir dille anlatıyordu. Bir binanın teknik detaylarından çok atmosferinin ne denli önemli olduğundan bahsediyordu.   Modern sanat müzesinin kendine has bir atmosferi vardı, içindekilerden ve dışındakilerden bağımsız, insanı etkileyen. Sergi odacıklarının birinden diğerine giderken en az onar dakika merdivenlerinde öylece durmama neden oldu bu. 
Barselona'da yapılması gerekenlerden bir diğeri ise sahilde sabahlamakmış. Fakat hava ne kadar ılık da olsa akşam serinliği buna izin vermedi. Yine de elimizde şarap, geniş kumlarında birkaç saat harcadık. Frank Owen Gehry'nin 'balık'ına kadar yürüdük. Noel gecesi olduğu için boşalan sokaklarında son bir kez ağır ağır yürüyüp havayı içimize çektik.
Bu doğal, kendi halinde ve ama etkileyici Katalan şehrinden Paris'e geçmek beni yeniden hoşnutsuzluğa sürükledi. Fakat yıllardır görmediğim bir iki dostla 31 Aralık günü Paris sokaklarında yürürken, Paris'ten keyif almadım değil. Her yer, yanında birileri varken farklı anlamlanıyor.
Gezmek ve keşfetmek ne kadar keyifli olsa da Bordeaux'ya dönmek beni her seferinde aşırı mutlu ediyor. Farklı bir rahatlıkla nefes alıyorum bu küçük şarap şehrinde. 
Önümde ufak tefek başka yolculuklar var. Özellikle beni korkutan iki Paris gezisi daha. 
Üzerinde düşünmemeye gayret etsem de, dün gece bir arkadaşıma İstanbul'dan bahsederken, İstanbul'u özlediğimi fark ettim. Fazlasıyla. Aile, dost, arkadaştan öte, şehrin kendisini. Karmaşasını. Saçmalığını ve kalabalığını. Tarifsiz güzelliğini. Gezdikçe daha da iyi anlıyorum, İstanbul'un dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olduğunu.