Bir başka -uzun bir süre için son olacağını tahmin ettiğim- Paris yolculuğundan dönerken, trende arkadaşıma dönüp 'I can't sleep, I have energy bubbles in my stomach' dedim. Birkaç saniye sustuk, sonra karşılıklı gülmeye başladık. Geçirdiğim en keyifli Paris gezisi olmalıydı. Pek enteresan olmayan Hilton, Westin otelleri dışında, odalarının boyutlarıyla uyuşmayan fiyatları ile aklımı alan butik otelleri dolaştık. Atmosfer ve dizaynın insanı nasıl içine çekip hiç düşünmeden uçuk paralar harcamaya itebileceğini bir nebze olsun hissetmiş oldum. Bir nevi 'estetik' düşkünlüğü belki bu.
Bu gezinin bir diğer getirisi ise, saha gezileri ile bizde oluşturduğu rahatlık oldu. Lüks markaların mağazalarına girmek öyle kolay değildir. Kapıda bekleyen siyah takım elbiseli adamlar önce ayakkabılarınızı, sonra çantanızı süzer, en son yüzünüze bakarlar. (Paranın kimde olacağını bilemezsiniz dememiş olmalı onlara satış pazarlama müdürleri - yine de bende olmadığı aşikar galiba) Fakat yeterli öz güven ile içeri girdiğinizde, bu bakışlar ile baş edebiliyorsunuz. Bu sayede işlerinde başarılı olan markaları da ayırt edebilmeniz mümkün. Chanel'de anlamsız bakışlar altında dolaşmış olsak bile, Fransa'nın en zengini sevgili Bernard Arnault'un yeni mağazası Moynat'da unutulmaz bir yarım saat geçirdik. Lüks markaların en çok tutundukları şey elbette hikayeleri. Kurmaca ya da gerçek. Abartılmış veya sade. Önemi yok. Mesele bunu nasıl aktardıklarında. Rue St. Honore'da bulunan Moynat mağazasının yeni ürünleri 1850'lerden kalma valizlerin arasına yerleştirilmiş. Eski müşterilerine ulaşıp bu valizleri yeniden nasıl toparladıklarını anlatıyor mağaza görevlisi heyecanla. Uzun bir geçmişe sahip olmanın ağırlığı var mağazanın içinde. Dünden bugüne ise şık bir geçiş var. Örneğin yeni çantaların tutma yerleri, eskileri ile aynı. Aynı zamanda modern bir tasarım. Bir markanın köklerine bağlı kalarak kendini yenileyebilmesi dikkat gerektiren bir süreç. Bir çok marka bunu beceremediği için tutunabilirliğini kaybetmiyor mu zaten.
Bu gezinin bir diğer getirisi ise, saha gezileri ile bizde oluşturduğu rahatlık oldu. Lüks markaların mağazalarına girmek öyle kolay değildir. Kapıda bekleyen siyah takım elbiseli adamlar önce ayakkabılarınızı, sonra çantanızı süzer, en son yüzünüze bakarlar. (Paranın kimde olacağını bilemezsiniz dememiş olmalı onlara satış pazarlama müdürleri - yine de bende olmadığı aşikar galiba) Fakat yeterli öz güven ile içeri girdiğinizde, bu bakışlar ile baş edebiliyorsunuz. Bu sayede işlerinde başarılı olan markaları da ayırt edebilmeniz mümkün. Chanel'de anlamsız bakışlar altında dolaşmış olsak bile, Fransa'nın en zengini sevgili Bernard Arnault'un yeni mağazası Moynat'da unutulmaz bir yarım saat geçirdik. Lüks markaların en çok tutundukları şey elbette hikayeleri. Kurmaca ya da gerçek. Abartılmış veya sade. Önemi yok. Mesele bunu nasıl aktardıklarında. Rue St. Honore'da bulunan Moynat mağazasının yeni ürünleri 1850'lerden kalma valizlerin arasına yerleştirilmiş. Eski müşterilerine ulaşıp bu valizleri yeniden nasıl toparladıklarını anlatıyor mağaza görevlisi heyecanla. Uzun bir geçmişe sahip olmanın ağırlığı var mağazanın içinde. Dünden bugüne ise şık bir geçiş var. Örneğin yeni çantaların tutma yerleri, eskileri ile aynı. Aynı zamanda modern bir tasarım. Bir markanın köklerine bağlı kalarak kendini yenileyebilmesi dikkat gerektiren bir süreç. Bir çok marka bunu beceremediği için tutunabilirliğini kaybetmiyor mu zaten.
Popüler lüks markaların dışında, küçük moda ve sanat evlerini keşfetmek sanırım gezinin en zevkli kısmıydı. Bu aslında bir çok kişinin bir Paris keşfi sırasında keyif alabileceği bir şey olmalı. Yine de bu işlerle uğraşan bir parisienden birkaç ipucu almak gerekebilir. Çünkü bu küçük ve keyifli 'maison'lar öyle ortalıkta olmayabiliyorlar. Örneğin rue Herold'da durduğumuz yeşil kapının L'Eclaireur gibi bir moda evine açılabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Fakat bu dünyayı keşfedebilmek için zile basmanız yeterli. Kapı otomatik açıldığında kimse kim olduğunuza, elinde hangi çantayı taşıdığınıza bakmıyor. Dilediğiniz gibi içeri girip tasarımları inceleyebiliyorsunuz. Beni oldukça heyecanlandıran bir başka şey ise parfüm evleri oldu. Birisi Palais Royal'de bulunan Maison Serge Lutens, diğeri ise Jar parfum. Her ikisininde de şık bir ilgi, güzel kokular ve hoş bir sohbetle karşılandık. İnsanı etkileyen ürünün kendisinden çok, üretenin tutkusu oluyor sanırım. Bu tip moda-parfüm-sanat evlerinde üretene-hikayaye daha yaklaştığı için insan, bundan daha çok keyif alabiliyor. Yoksa mesele iyi parfüm bulup-bulmamak değil elbette. Dünya kadar parfüm dolu Sephora. Dior'undan Hermes'ine.
'Energy bubble'larına dönecek olursak. Bütün bu dünya, benim kendimi içinde göremediğim onlarca öğe ile dolu. Bazen karnıma ağrılar giriyor gülmekten. Ancak bu süreçte karşılaştığım, içinde yaratıcılık ve tutku barındıran her şey, beni - henüz tanımlayamadığım - arzu ettiğim şey(ler)e daha çok yaklaştırıyor. Bir şekilde...