13 Aralık, 2011

and the wind won't blow it away

Bütün gece uyuyamadım. Bir sağa, bir sola. Kötü rüyalarımın beni terk ettiğini düşünürken, bir gece önce gördüğüm rüyayı anımsadım. Fark ettim ki, kabuslarım devam etse bile artık gece uykularımdan uyanmıyorum ve uyandığımda onları hatırlamıyorum. Hayatta ne çok şeyi geride bırakıyoruz. İnsan, kendi hayallerini bile unutuyor. 
Ben küçükken yazar olmak isterdim mesela. Kocaman bir kadın olana kadar bunu istedim. Ayrıntıları çok önemsediğim için belki, ortaokuldan lisenin sonuna kadar onlarca deftere yazılar yazdım. Acemi, içten, komik. 
Sonra bir şey oldu, unutmanın bir mesele olmadığını fark ettim. Unuttuğun hiçbir an(ı) veya senden giden hiçbir sızı yok olmuyor. Sana ait bir başka şeye dönüşüyor. Bakışına, duruşuna, yürüyüşüne yansıyan 'bir şey' oluyor.
Zaman geçtikçe kayıt altına alma güdümü de kaybediyorum. Bordeaux'ya geldiğimden beri neredeyse hiç fotoğraf çekmedim. Yürüdüğüm sokakları sadece yaşamak istedim, elimdeki makine bir yük olmaktan öteye gitmedi. Birkaç kez yanıma almış olsam da, deklanşöre üçten fazla bastığımı hatırlamıyorum.
Bazen akan suyu öylece izlemek gerek galiba.

11 Aralık, 2011

Moleskine

Ajanda kullanmayı alışkanlık haline getirdiğimden bu yana, hayatım düzene girdi. Son günlerde  Ocak ayında teslim edilmek üzere çokça proje verildiği halde, defterlerimin arka sayfalarına not alarak biraz oyalandım. Bu akşam -biraz buruk da olsa- bir ajanda almak üzere Mollat'a gittim. Burada Moleskine pek yaygın değil. Bulabildiğim nadir kitapçılardan birisi Mollat, Gambetta meydanında. Moleskine'in geçen yıldan beri değişik renkler ve 'Cover Art Collection' adı altında desenli ürünler çıkardığının farkındaydım. Ancak, alıştığım şeyler konusunda biraz tutucu bir yanım var. Bildiğim ve kullandığım 'klasik' ürünü almaya hep daha yatkınım. Değişik renkleri denemiş olsam da, desenli olanlara ilk kez bugün alıcı gözüyle baktım. 
Marka-sanatçı işbirliği 80'lerden sonra oldukça yaygınlaşmaya başladı. Özellikle moda-çağdaş sanat ikilisini, sokak sanatçıları ile çalışan markalar izledi. Louis Vuitton ile işbirliği yapan Takashi Murakami, çağdaş sanat ürünlerini satın almaya gücü yetmeyen tüketicinin bu tatmini kullandıkları ürünlerde yakaladığını söylüyordu bir röportajında. Bir tüketici gözüyle baktığımda, benim için henüz çekici bir durum değil. Fakat hiç olmazsa anlaşılabilir bir durum olmaya başladı. Moleskine'in yeni koleksiyonunu da belki bu nedenle ilk kez inceledim. Her ne kadar, alıştığım ajandamı satın alıp çıkmış olsam da, 2011'de Paul Wang ve Ricardo Cabrai ile çalışan Moleskine'in, 2012'de de yeni sanatçılarla devam edip etmeyeceğini merak ediyorum. İzleyip, başka markaların benzer çalışmalarına da açık olmaya niyetlendim. Murakami'nin bahsettiği anlamda bir tatmin için olmasa da, bir ürünün yaratılış sürecine bir sanatçının katkıda bulunabileceğine inandığımdan olsa gerek.

10 Aralık, 2011

Eauology

Hiçbir kararı kolay veremediğimden dolayı, günlük hayatım yeteri kadar zor. Zaman kaybetmek konusunda üzerime yok. Dün, Paris'te bitmeyen grevler yüzünden Bordeaux'ya gelemeyen hocamızdan dolayı evdeydim ve öyle çok uyudum ki 09.00-12.45 ile 16.00-19.00 saatlerinde açık olan mahalle bakkalımıza son anda yetiştim. Almak istediğim şey, bir şişe suydu. Bildiğiniz su.
İstanbul'dan adaya yaptığım bir yolculuk sırasında, elimdeki dergide Swarovski taşları ile süslenmiş bir Bling H2O şişesi gördüğümde gülmekten  kendimi alamamıştım. Bir tüketici için nasıl bir tatmin olabilirdi ki bu? Buraya geldiğimden beri  herkes bir lüks tanımı yapıyor çevremde. Fakat bu işin iki boyutu olduğu aşikar. Birincisi ürün kalitesi, ikincisi ürünün süsü/paketi/sunumu. Bir Bling H20 şişesinin içerisinde de su var en nihayetinde. Alan alır, kimseye neden diye sorulmaz. Lüks dediğin, tüm tanımların ötesinde, kişiye özel bir deneyim.
Swarovski taşlarını unutup, şişenin içine baktığımızda, su tadımı bütün bunlardan ayrı ve ilginç bir konu. Seminerine gittiğim bir somelyeye, şarap tadımı mı daha kolay sizin için, su tadımı mı dediklerinde, hiç tereddütsüz su diye cevap verdi. Her tadın, kokunun ve görünümün ayrı bir önem taşıdığı Fransızlar için ise elbette su önemli bir mevzu. Lüks bir restorana girdiğinizde, 7-8 çeşit normal, 12-15 çeşit ise maden suyu/soda markası görebiliyorsunuz. (Maden suyu (mineral water) mineral sayısı 500 mg/l den az olmayan sulardır, soda (sparkling water) ise karbondioksit eklenmiş herhangi bir su olabilir) Doğada, kendiliğinden karbondioksit barındıran az sayıda su kaynakları var ki bu suyun tadını etkilediği gibi değerini de oldukça yükseltiyor. Bunların başında şişesi 6.5 dolar olan Chateldon geliyor. Üretimi çok az olduğu için yalnızca Fransa'da ve seçilmiş özel restoranlarda bulunabiliyor.
Mahalle bakkalımızda su reyonunun önünde dururken, birkaç hafta önce yapmış olduğumuz su markaları sunumlarını düşündüm. Fakirin 'Chateldon'u denilen Bandoit (Evian grubuna ait), benim sunduğum İtalyan markası San Pellegrino (Nestle), hemen yanında ise Perrier (Nestle) duruyordu. Alt sırada ise Evian, Vittel, Crystalline'ın gazsız suları vardı.
Düşündüğüm, hangi suyu alacağımdan öte bir şeydi elbette. Suların tanıtıldığı sunumdan sonra, sokakta yürürken dahi insanların ellerindeki su şişelerine bakar olmuştum. San Pellegrino içen insan kimdi? Sofistike, damak tadına düşkün ve elbette musluktan akan suyu içebilecekken bir şişe suya .99 avro verebilecek kadar cömert kimseler.   Gerçek bu muydu? Bir pazar sabahı, trama üstü başı dağınık, açıkça akşamdan kalmış, üzerinde herhangi bir marka taşımayan bir kız bindi. Elinde büyük bir şişe San Pellegrino vardı. Belli ki daha ucuz markalar varken, San Pellegrino'yu bilinçli bir şekilde seçmişti. Bunun tek açıklaması ise, tadını seviyor olmasıydı. 'Bir şey' olma ve 'bir kimse' gibi görünme çabasında değildi. Bir suya .99 avro vermek bir lüks ise, bu kız için bu lüks bir gösteriş değil, bir deneyimdi. 
Tanımadığımız bir insanın üzerindeki paltodan, elindeki çantadan, saçındaki tokadan, o insana dair ne çok çıkarım yaptığımızı fark ettim. Üzerimizde taşıdığımız markalar, o an yanımızdan geçen birisi için bir anlamda bizim kimliğimiz oluyordu. 'Kalite'den keyif almak elbette güzel bir şey. Ancak ayırt edemediğim şey, bir 'marka'yı üzerinde taşıyan kişinin, o markanın isminden dolayı mı yoksa yaşattığı deneyimden dolayı mı keyif aldığıydı. Ürün seçimleri, markaların çağrışımlarından ötürü ne denli otomatikleşmişti?
Para dediğimiz pis bir şey. Eğer çokça sahipsen, çokça harcarsın. Fakat bu marka-kimlik eşleşmesinin çoğunlukla sahte olması bana komik geliyor. Yediğimiz, içtiğimiz, seçtiğimiz renk, elbette kendimizi yansıtış biçimimizdir. Ancak kimse tutup da Louis Vuitton mağaza açılışlarına koşarak giden Çinli kadınların, kendilerini yansıtmak için orada olduğunu söyleyemez. Bu bir çılgınlıktır, hastalıktır.
Lüks dediğimiz kavramı, o an o tramda o kız yaşıyordu. Ben de aklımda onun görüntüsü ile kendime bir San Pellegrino aldım bakkalımızdan, ve daha fazla vakit kaybetmeden çıktım. 

05 Aralık, 2011

somewhere over the rainbow

Uzunca zaman oldu, bir başıma kitap sayfası karıştırıp güzel müzikler dinleyemedim. Kış geldi bu arada Bordeaux'ya. İki parça şapka aldım ama hala eldivensiz dolaşılıyor sabah soğuğunda. Baharın son günüydü, Dune of Pyla'ya tırmandım. Kum bazen su kadar iyi geliyormuş insana. 
Dün, 50 kişinin önünde sunumuma başlarken ellerim titredi. Sahne heyecanını sevdiğimi bir kez daha fark ettim. Yalnızca ilk cümleme çalışmıştım. İlk cümleyi söylerseniz, gerisi kendiliğinden gelir. Geri kalan cümleleri ezberlemek ise, yalnızca kötüleştirir işleri. Üçüncü cümlem, sınıfın en arkasında beni izleyen Orient Express otellerinin ve trenlerinin sahibini gülümsetince, her şey kolaylaştı.
Tesadüfler güzel şeyler diye düşündüm eve dönerken. Üç yıl önce, Sirkeci garında plansızca karşım(ız)a çıkan orijinal Orient Express bunlardan yalnızca birisi. Bugünlerde her şey bir zincir gibi dökülüyor hayatıma...