31 Ağustos, 2011

Where have you gone, Joe DiMaggio

Hayatımın en kötü hastalığını geçirdim ve gözlerimi bayramla beraber yeniden açtım. Günler süren ateşin etkisinden mi bilmiyorum, son iki gündür dünyanın en sıkıcı insanına dönüştüm. Saatlerimi daha önce okumuş olduğum kitapları yeniden okuyarak ve hiç durmadan daha önce izlemiş olduğum Seinfeld bölümlerini izleyerek geçiriyorum. Yeni hiçbir şeye açık değilim. En aktif eylemim, arada sırada birkaç parça eşya seçip valizimin üzerine üstünkörü bırakmak. Bunun yanında Simon&Garfunkel dinleyerek ve annemin insani boyutlara dönmem için rutin aralıklarla odama bıraktığı bayram çikolatalarını yiyerek mut'lanıyorum. Her şey çok bulanık; beklentiler, istekler. Dünya çok karışık ve kalabalık geliyor bugünlerde. Kendimi yüzyıllık bir uykudan uyandırılıp Bauhaus'a bırakılmış gibi hissediyorum.

27 Ağustos, 2011

immer wieder

Bir yıl önce bugün, hayatımın ilk beyaz telini buldum saçlarımda. Tuzburnu'nda öylece uzanıyordum.
Gördüm ki o günden bu yana, hiçbir şey değişmedi, değişmiyor.

Bugün bir başıma bir duble rakı içeceğim. Bir ihtimal, yine gözlerim dolacak.

25 Ağustos, 2011

Una Cancion Desesperada

Ateşli hastalık geçirmeyeli çok olmuştu. İş yerinde, bu yaz sıcağında gelen üşümeye bir süre direndiysem bile, yüzümün sarılığından olsa gerek, 'al bakalım bayram hediyesi Öküzgözü ve C.S./Petit Verdot'nu, güzelce dinlen' diyerek dün eve gönderildim. Annemin 'ben sana demiştim'leri arasında bolca yemeğe ve sıcak sıvı tüketimine maruz bırakıldım. Ateşli hastalıklara özgü titreme ve uyurken ter atma halinin hoşuma giden bir tarafı var. Uzun zamandır beni rahat bırakmayan rüyalarımdan iki gecedir kurtulmamı sağladılar. Uyku aralarında ise atılması gereken mailleri bir yana bıraktım. İki aydır, fark ettim ki 'işkolik'lik eğilimine sahibim Mesele sürekli çalışmak değil, fakat kafanda sürekli işe dair bir şeylerin bulunması iyi değil. Bundan kurtulmanın bir yolu olmalı. Öğrencilik hayatıma devam edeceğim için, bu sorun bir süre rafta kalacak. Öte yandan, ilginç olan bir başka şey ise, günlük hayatında fazlasıyla dağınık bir insan olmama rağmen, çalıştığım ortamda buna hiç tahammülüm yok. Fabrikada yerlerdeki lekeleri klorlamamak için kendimi zor tutacağım aklımın ucundan gelmezdi. Garip. 
Ateşim düşer gibi. Yine de dinlenmeye ve maillerden uzak durmaya devam. En azından yarına kadar. Scarlatti dinleyip Pablo Neruda okumak güzel. Aşk şiirlerinin tamamına yakını sıkıcı olsa da, Neruda bir başka galiba. Hastalık melankolisinden değil yani. 
Gözleri -ve kafayı- yormayıp, Mary and Max izlerken uykuya dalmalı sanırım.

21 Ağustos, 2011

Bord-eaux

Ha düşer, ha düşer, ha düşer...

İki sabah oldu, gözlerimi Ortaçgil ile açıyorum. Aklım dolu dolu. Zaman yine geçivermiş, ben yapmam gereken her işi bir diğeri için yarım bırakmışım. Gitme vakti yaklaşıyor. Benden önce gidenler için 'veda yemek'leri yapıldı. Şükrü'de son rakılar içildi. Şükrü'de herhangi bir gece gibi.
Can Yücel'in mezarını parçaladılar sonra. Söz bulamadık. Bulsa bulsa Can Yücel bulurdu; içten bir küfür. Kızdık sadece. İstemsizce çok kızdık.
Görünen o ki, sonbahar gelmeden gideceğim. Öyle ya, yaz geç geldi, erken gitmez. Bağ bozumu bile gecikti. Üzümler daha dolu olacak diyorlar, herkeste bir heyecan. 2011 rekoltesi dursun aklınızın bir köşesinde, biz bayram sonrasını bekleyelim. 
Serin pazar sabahlarını seviyorum, hep sevdim. Elimde Sevgi Duvarı, yanımda soğumuş kahvem.
'...
Başımızın üstünde demin gülüp duran gökyüzü
Yedekte bir salapurya şimdi. '

Hüzünlüyüm bugün. Evet, hüzünlüyüm.

12 Ağustos, 2011

You know what I mean?



Happy-Go-Lucky bir Mike Leigh filmi. Ana karakter Poppy'nin aşırı neşesine rağmen iki kez izledim. 
İzleyin demeyeceğim. Amacım filmi anlatmak da değil.
Aklımda yalnızca bu sahne kaldı ve olmadık zamanlarda dönüp duruyor. 
'you know? It's it's it's it's it's it's'
'yes I know'
'you know they they they they they they they 
you know
She's she's she's she's she's she was she was she was
she wouldn't you know she wouldn't'
Adam hikayesini anlatmış birkaç kelimeyle. Hepimizden daha iyi anlatmış üstelik. 

08 Ağustos, 2011

Paralellikler ve Paradokslar


"Bach'ın zamanında Tanrı'ya güvenebileceğinizi söyleyebilirdiniz, Beethoven'ın zamanındaysa artık Tanrı'ya güvenemezdiniz. Sıradan ölümlülere güvenmek zorundaydınız. Wagner'se size bunu dahi yapamacağınızı söyler, 'Biz yeni tür bir insanoğlu yaratmak zorundayız' der."
diyerek devam ediyor Daniel Barenboim, Edward Said ile yaptığı sohbetinde. Ara Güzelimyan'ın toparladığı yazılardan oluşuyor 'Paralellikler ve Paradokslar.' Filistin'de doğup Kahire'ye yerleşen hristiyan bir ailenin çocuğu olan Edward Said'i oryantalizm üzerinden çokça kez duymuş veya okumuşuzdur. Rus asıllı Yahudi bir aileden gelen piyanist ve orkestra şefi Daniel Barenboim ise Buenos Aires'de doğmuş, daha sonra İsrail Devleti'ne dönmüştür. 
1999 yılında, Goethe'nin şehri Weimar'da İsrailli ve Filistinli müzisyenleri bir araya getiren Daniel Barenboim ve Edward Said, o zamandan bu yana, çeşitli görüş farklılıklarına rağmen, yakın dost olmuşlardır.
'Paralellikler ve Paradokslar' yalnızca müzik üzerine değil, 'öteki' üzerinden yola çıkarak, kültür, siyaset, edebiyat üzerine bir sohbetten oluşuyor. Kitap akıcı ve keyifli. Gününüzün bir kısmı toplu taşıma araçlarında geçiyorsa benim gibi,  Beethoven piyano sonatları eşliğinde okuyabilirsiniz.


07 Ağustos, 2011

Tenedos

Bozcaada, 12 koy ve 12 burnuyla bir şarap adasıdır. Son yıllarda, ayağa düşmüş bir hali olsa bile, Geyikli'den bindiğiniz vapur adaya yaklaşırken gördüğünüz iskele, balıkçı tekneleri ve evler içinizi ısıtır. Başlangıçta oyuncak bir kasaba gibi görünür. 
Ablam ara sıra anlatır. Küçükken bir kardeşi olması için çok ısrar etmiş. Ben doğduğumda ise yanıma yaklaşıp bana bakmış. Onun için büyük bir hayal kırıklığıymışım. O oyun oynayabileceği yanakları dolgun bir bebek beklerken, ben avuç kadar kara kuru bir kız olmuşum. Geri gönderin bu bebeği demiş.
Geçtiğimiz yaz adaya uzunca bir süre kalmak için vapurla yaklaşırken oyuncak bir kasaba gördüğümde benzer bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Adımımı attıktan sonra ise her şey zamanla değişti. Garip zamanlardı. Nefes almaya vakit bulamayacak kadar çok çalışıyordum. Kavın, üretimin, bağların kokusu üzerime sinmeye başlamıştı. Alışmak tuhaf bir histir. Ada küçük olunca, geçtiğiniz yerden geri dönerken güler yüzle karşılaşırsınız. Herkes birbirinin hikayesini bilir fakat pek dillendirmez. Esnaf arkadaşınız olur, Hafız'ın yerindeki yemeklerden bıksanız bile, Çanlı İbo'dan üzerine çay içmek en büyük zevktir. İşten erken çıkma lüksünüz olduğu günlerde, Lisa'nın yerinde pasta ve kahve keyfi yaparak kitap okumak, zamanı dondurur. İstanbul'dan misafirleriniz gelmişse, onları deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması ve kremalı ahtapot yemeye götürebilirsiniz. 
Yemekte şarap seçmek ise ayrı bir keyiftir. 3000 yıldır şarapçılık yapılır çünkü bu adada. Şu an üretim yapan en eski şaraphane Yunatçılardır. Çamlıbağ olarak da bilinir.  Ataol ve Talay onu takip eder. Corvus, adanın bağcılığında bir dönüm noktasıdır. Şarapları dünya çapında ödüller almaya devam etmektedir. Daha çok reçelleri ile bilinen Gülerada ise son yıllarda şarap üretmeye başlamıştır.
Bu yaz adada Amadeus adlı yeni bir şaraba da rastladım. 20 yıldır adaya gidip gelen Viyanalı bir aile, bir süredir ürettikleri şarapları satışa sunmaya başlamış. Zlahtina adında Hırvat kökenli bir üzüm ekmişler adaya. Cabernet Sauvignon'dan ise bir roze yapmışlar. Shiraz'dan kırmızı, bir ada üzümü olan Vasilaki'den ise bir beyaz üretmişler.    Ada şarapları ile kıyaslandığında belirgin bir fark var. Ben sevdim. 
Dolu dolu iki ay geçirdiğim adaya bu yaz plansız bir şekilde iki kez gittim. Vapurda rüzgar yüzüme çarparken gördüğüm canlı bir kasabaydı artık. İner inmez bir tanıdığın arabasına atladığımda aradan geçen onca mevsimi unuttum. Sanki Geyikli'ye geçmiş, günbatımında bir bira içmiş, sonra geri dönmüştüm.
İskele Sancak'a, geceleri mini etekli kızlarımızın 5 metrekarede dans ettiği Polente'ye, Limonlu Bahçe'ye bir selam verip pansiyonuma gittim. Kaldığım birkaç gün boyunca Ayazma'da, Akvaryum'da, Habbele'de ve adını bilmediğim başka koylarda denize girdim, Star Walk ile yıldızları keşfettim, gelincik şerbeti içip, karpuz ve incir reçelleri yedim.
Muhtemelen uzunca bir süre gidemeyeceğim Bozcaada'ya. Fakat çok önemi yok. Dünyanın bir ucundan, Avustralya'dan gelip adaya yerleşen Lisa ile bir gün kahve içerken "Adaya bir kez için ısındı mı, kopmak zordur, döner dolaşır yine bir şekilde buralara gelirsin" demişti.
Şimdi başka yollar için hazırlık zamanı.