24 Eylül, 2011

Il y a...

Bordeaux'ya geleli bir hafta oldu. Etrafımda uçuşan 'Bon! D'accord! Au revoir!' kelimelerine vurguları ile beraber alıştım. Henüz şehir dışına çıkıp bağları görememiş olsam bile, güzel şaraplar tatmaya başladım. St Emilion, Medoc, Pomerol bölgelerini denedim. Bir banka oturduğumda, bakış açıma giren alanda öpüşen en az bir çift olmasını çok sevdim. Bankaya zil çalarak girildiğini gördüğümde biraz güldüm. Fransızların tanışırken el sıkışmadan direkt öpüştüklerini öğrendim. Her türlü alışverişte öğrencilere indirim yapılması oldukça hoşuma gitti. Tesadüfen Librairie Mollat adlı kitapçıyı keşfedip içinde saatler geçirdim. Henüz bir telefon numarası ve bir bisiklet alamadım. Fakat güzel insanlar tanımaya başladım.
Dünyanın her yerinde bazı şeyler aynı galiba.

22 Eylül, 2011

44° 50′ 19″ N, 0° 34′ 42″ W

Bordeaux havaalanına Garonne nehrini izleyerek iniyorsunuz. Bu pek de güzel görünmeyen kahverengi nehir, şehri ikiye bölüyor, sağ ve sol kıyı olmak üzere. Garonne kuzeyde Dordogne ile birleşip Atlas Okyanusuna dökülüyor. Yerleşim merkezi nehrin kıyısında yoğunlaşıyor. Nehir, ülke içi ulaşımda önemli bir role sahip olmakla beraber, Akdeniz'i Atlas Okyanusuna bağlayan hattın -'Canal des deux Mers'in'- önemli bir parçası. Aynı zamanda, gelgitin izlenebildiği az sayıda nehirden birisi.
Şehirde ulaşım oldukça kolay. Otobüs ve üç tramvay hattı var. Yürüyerek her yere ulaşmak mümkün. Karşı yakaya geçilmediği sürece, en uzak mesafe yarım saat sürüyor. 
Bilmeden, sol yakanın en güzel bölgelerinden birisinde bir ev tutmuşum. Şehrin merkezinde, Jardin Public adlı büyük bir botanik bahçesine çıkan bir sokakta, 18. yy'da yapılmış iki katlı bir bina. Pansiyon-ev de diyebiliriz. Odalarda uzun süreli kalanların yanında, eve iki üç günlüğüne gelenler de oluyor. Ev sahibim bir İstanbul aşığı. En az 10 kez İstanbul'u ziyaret etmiş. Kısa ve öz konuşuyor. Keyfine düşkün bir adama benziyor. Binanın diğer girişinde eşiyle yaşıyor. Arada ismini bilmediğim tenorlerden parçalar duyuyorum kapılarında. (İsmini bildiğin kaç tenor var diye de sorabilirsiniz elbette. Çok değil.)
Geldiğimden bu yana şehri biraz tanımakla beraber, banka, yıllık bilet gibi bir takım işlerimi de hallettim. Fransızları, beklentimin-ön yargılarımın aksine, oldukça yardım sever buldum. Bu durumun bu şehre özgü bir durum olduğunu söyleyenler çok. Durum bu ise, şanslı sayıyorum kendimi. Buna rağmen kısa zamanda Fransızca öğrenmem şart. Hiç bilmediğin bir şehirde etrafındaki insanlar sürekli hiç anlamadığın bir dili konuşuyorlar. Öte yandan, yine aynı şehirde, adımı bilen insan sayısı 4-5 kişiden fazla değil. Bu hem tuhaf, hem de güzel, özgür bir duygu.
 ...

12 Eylül, 2011

Okyanus Deniz

Yanıma 5 adet Türkçe roman almaya karar verdim. Birinci tercihimin ne olacağını biliyordum. Çok önceleri İngilizce'sini okumaya başlayıp, 100 sayfayı geçmeme rağmen, o dönem yaşadığım yoğunluktan dolayı daha sonra Türkçe'sini okumak üzere bıraktığım John Fowles'un 'Büyücü'sü. 'Koleksiyoncu' ve 'Fransız Teğmenin Kadının'dan sonra beni bu ikisinden daha çok bağımlısı yapacağına inandığım bir kitap.
İkincisine biraz önce karar verdim. Alessandro Baricco okuyan yakın bir arkadaşım bana gitmeden 'Okyanus Deniz'i yanıma almamı söylemişti, okyanusa karşı okumamı tembihleyerek. Kitaptan alıntılara bir göz attıktan sonra tereddüt etmeden ikinci sıraya koydum.
Kalan üçü ne olmalı bilmiyorum. Ferah kitaplar olmalı fakat.

11 Eylül, 2011

Şarköy-İstanbul yolcusu kalmasın

Bir gün yolunuz Şarköy'e düşerse, risk alıp yolculuğunuzu Şarköy Seyahat ile yapmanızı tavsiye ederim. Unutulmaz bir tecrübe olabilir. Şarköy'e gitmek yaklaşık 3-3 buçuk saati alıyor. İett otobüsü gibi türlü duraklarda yolcu indirip bindirerek ilerliyorsunuz.  Yolcu profili oldukça çeşitli. Şarköy yerlilerinden yazlıklarına giden Alman turistlere kadar her tip insan mecvut. Araçlar oldukça eski, camlar kırık. Manzara göremediği için şikayet eden yolculara bir yandan laf yetiştiren  agresif muavinler aynı zamanda Dankek servisi yapmaktan da fazlasıyla mutsuz görünüyorlar. Öte yandan, biletinizi acentanın ofisinden almadığınız takdirde, yolculuk esnasında yapacağınız pazarlık ile biletinize daha az para ödemeniz de mümkün. 
Tekirdağ'dan son dönüşüm, virajlara ani girişler yapan şoförümüzün bir yolcu tarafından polise şikayet edilmesiyle sonuçlandı. Kalan yolcular ise polisle uğraşarak vakit kaybedecekleri için oldukça sinirlendiler. Gergin yolculuk otogara gelen polislere 1.60 boyumla kontrolsüzce bağırmamla sona erdi. İnsanlarla minimum düzeyde iletişim kurabilmenin dahi imkansız olduğu gerçeği ile bir kez daha yüzleşerek kendimi eve attım. 
Bu yıl yalnızca beyaz üzümleri bitirip İstanbul'a döndüm. Sauvignon Blanc'dan gelen elma ve şeftali kokuları kıyafetlerime sinmiş durumda. Kırmızıların toplanmasına daha bir iki hafta var. Bağ bozumunun devamını Bordeaux'da görebilmeyi umuyordum. Ancak Türkiye, tarihinin en geç bağ bozumunu yaşarken, Bordeaux, en erken hasatını gerçekleştirdi. Üzümlerin neredeyse hepsini topladıkları söyleniyor. Şanssızlık. En azından benim için.
Bu hafta 'son kez' yapılması gerekenler teker teker uygulanacak. Valiz kapanacak. Yakın dostlar görülecek. Yanıma alacağım kitaplar seçilecek. 
Sonra rakı içilecek. Bir duble, iki duble, üç duble.

03 Eylül, 2011

Hotel Chelsea



Geçtiğimiz ay, Hotel Chelsea'nin 80 milyon dolara satıldığını ve kapılarını ağustos ayı itibariyle ziyaretçilerine kapattığını yazan bir haber okumuştum. Hotel Chelsea, 1905 yılından bu yana, yolu New York'a düşmüş sayısız yazarı, müzisyeni, yönetmeni, sanatçıyı ağırlamıştı. Otelde tek bir gece kalanların yanı sıra, burada on yıldan fazla yaşamış insanlar da vardı. Bu nedenle, çokça filmde merdivenlerini ve koridorlarını görür, çokça şarkıda adını duyarız. Bu belgesel, Hotel Chelsea'de yaşamış ve aynı zamanda bu otelin ruhunu yaratmış insanları anlatıyor. Dylan Thomas'dan Janis Joplin'e, Bob Dylan'dan Sid Vicious'a.
Otelin bundan sonra ne olacağını ise şimdilik bilen yok.