28 Şubat, 2012

sounds and smells

Bahar geri geldi. Şubat'ın son günleri, Maison Danjou'nun bahçesinde kahvaltı yapıyoruz. Biz çok kalabalıklaştık. Geldiğimde birkaç kişiyken, şimdi o eski filmlerdeki büyük ailelere benzedik. Havalar böyle devam etsin istiyorum, Bordeaux'da son bir ayım olduğunu düşündükçe. Bu şehre elbette yolum düşer bir başka zaman, ama uzun süreli olur mu bilemem. 'Halbuki daha yeni rayına girmişti her şey.' Yeniden yollar. Dilini bilmediğim şehirler. 
Herhangi bir şey rayında o kadar da güzel değil.

Bu sabah uyanıp İstanbul biletimi aldım. Aylar sonra. Yollar arası durağım İstanbul. Kokusunu içime çekip öyle devam etmeliyim.

23 Şubat, 2012

sud

Avrupa şehirlerinin içinden geçen nehirler, şehirleri daha sempatik hale getiriyorlar, doğru. Fakat söyleyin, deniz gibisi var mı? 
Birkaç gün oldu, dünya ile bağlantımı kesip güneyde bulunan Narbonne adlı küçük şehre gittim. Susuzluk sıkıntısına rağmen bolca şarap üretilen bu bölgede baharatına dolgun şiraz bağlarını gezerken, arabayı kullanan arkadaşım 'deniz kıyısına gitmek ister misin, özlemiş olmalısın, İstanbullusun sen' dedi. Söylediği gibi iyi geldi ellerimi cebime sokup Akdeniz kıyısında dolaşmak. Biraz ileride bereleri ile koşuşturan çocukları izleyerek.
Yazlık yerler, kışları bir başka güzel oluyor. Hele güneyse ve soğuğa rağmen hep güneşi görüyorsa. Bağlar öylece uzanıyorsa önünde ve akşam sofranda bitmeyecek çoklukta şarabın varsa eğer. 
Adayı hatırlattı bana bu küçük gezi, bir sigara yakıp yıldız bolluğunu görmek için kendi etrafımda dönerken.

18 Şubat, 2012

Une fois de plus, Paris

Bir başka -uzun bir süre için son olacağını tahmin ettiğim- Paris yolculuğundan dönerken, trende arkadaşıma dönüp 'I can't sleep, I have energy bubbles in my stomach' dedim. Birkaç saniye sustuk, sonra karşılıklı gülmeye başladık. Geçirdiğim en keyifli Paris gezisi olmalıydı. Pek enteresan olmayan Hilton, Westin otelleri dışında, odalarının boyutlarıyla uyuşmayan fiyatları ile aklımı alan butik otelleri dolaştık. Atmosfer ve dizaynın insanı nasıl içine çekip hiç düşünmeden uçuk paralar harcamaya itebileceğini bir nebze olsun hissetmiş oldum. Bir nevi 'estetik' düşkünlüğü belki bu. 
Bu gezinin bir diğer getirisi ise, saha gezileri ile bizde oluşturduğu rahatlık oldu. Lüks markaların mağazalarına girmek öyle kolay değildir. Kapıda bekleyen siyah takım elbiseli adamlar önce ayakkabılarınızı, sonra çantanızı süzer, en son yüzünüze bakarlar. (Paranın kimde olacağını bilemezsiniz dememiş olmalı onlara satış pazarlama müdürleri - yine de bende olmadığı aşikar galiba) Fakat yeterli öz güven ile içeri girdiğinizde, bu bakışlar ile baş edebiliyorsunuz. Bu sayede işlerinde başarılı olan markaları da ayırt edebilmeniz mümkün. Chanel'de anlamsız bakışlar altında dolaşmış olsak bile, Fransa'nın en zengini sevgili Bernard Arnault'un yeni mağazası Moynat'da unutulmaz bir yarım saat geçirdik. Lüks markaların en çok tutundukları şey elbette hikayeleri. Kurmaca ya da gerçek. Abartılmış veya sade. Önemi yok. Mesele bunu nasıl aktardıklarında. Rue St. Honore'da bulunan Moynat mağazasının yeni ürünleri 1850'lerden kalma valizlerin arasına yerleştirilmiş. Eski müşterilerine ulaşıp bu valizleri yeniden nasıl toparladıklarını anlatıyor mağaza görevlisi heyecanla. Uzun bir geçmişe sahip olmanın ağırlığı var mağazanın içinde. Dünden bugüne ise şık bir geçiş var. Örneğin yeni çantaların tutma yerleri, eskileri ile aynı. Aynı zamanda modern bir tasarım. Bir markanın köklerine bağlı kalarak kendini yenileyebilmesi dikkat gerektiren bir süreç. Bir çok marka bunu beceremediği için tutunabilirliğini kaybetmiyor mu zaten.
Popüler lüks markaların dışında, küçük moda ve sanat evlerini keşfetmek sanırım gezinin en zevkli kısmıydı. Bu aslında bir çok kişinin bir Paris keşfi sırasında keyif alabileceği bir şey olmalı. Yine de bu işlerle uğraşan bir parisienden birkaç ipucu almak gerekebilir. Çünkü bu küçük ve keyifli 'maison'lar öyle ortalıkta olmayabiliyorlar. Örneğin rue Herold'da durduğumuz yeşil kapının L'Eclaireur gibi bir moda evine açılabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Fakat bu dünyayı keşfedebilmek için zile basmanız yeterli. Kapı otomatik açıldığında kimse kim olduğunuza, elinde hangi çantayı taşıdığınıza bakmıyor. Dilediğiniz gibi içeri girip tasarımları inceleyebiliyorsunuz. Beni oldukça heyecanlandıran bir başka şey ise parfüm evleri oldu. Birisi Palais Royal'de bulunan Maison Serge Lutens, diğeri ise Jar parfum. Her ikisininde de şık bir ilgi, güzel kokular ve hoş bir sohbetle karşılandık. İnsanı etkileyen ürünün kendisinden çok, üretenin tutkusu oluyor sanırım. Bu tip moda-parfüm-sanat evlerinde üretene-hikayaye daha yaklaştığı için insan, bundan daha çok keyif alabiliyor. Yoksa mesele iyi parfüm bulup-bulmamak değil elbette. Dünya kadar parfüm dolu Sephora. Dior'undan Hermes'ine. 
'Energy bubble'larına dönecek olursak. Bütün bu dünya, benim kendimi içinde göremediğim onlarca öğe ile dolu. Bazen karnıma ağrılar giriyor gülmekten. Ancak bu süreçte karşılaştığım, içinde yaratıcılık ve tutku barındıran her şey, beni - henüz tanımlayamadığım - arzu ettiğim şey(ler)e  daha çok yaklaştırıyor. Bir şekilde... 

05 Şubat, 2012

beyaz

Bu sabah karla uyandık. Son iki haftadır iliklerimize kadar işleyen soğuk hava böylelikle biraz yumuşadı. Kolları sıvayıp menemen yaptıktan sonra Tayyip Erdoğan-Paul Auster atışmalarını ve Humus katliamını okuyarak gündemden payımı aldım.
Takip ettiğim birkaç bloga baktım sonra. Yazılarını çok sevdiğim bir kadın var. Hayatımda bir kere gördüm ama tanımam. Evlendiğini okudum bu sabah, garip geldi. İnsanlara sadece kelimelerinden dolayı yakın olmak tuhaf bir duygu.
Biraz da google earth gezisi yaptım. Bana yeni yollar göründüğünde heyecanımı bastıramayıp tüm şehri gezmeye niyetleniyorum her seferinde. 
Her şey sürekli değişiyor. Geçtiğimiz iki hafta en yakınlarımı ağırladım bu şehirde mesela. Keyfine doyum olmadı. Peşine kar bile gördüm Bordeaux'da, daha ne olsun? 
Belki gitme vakti yaklaşıyordur. İyi şeyler aniden olur der Oğuz Atay. Haklı galiba.