28 Mayıs, 2011

interesting wine bottle labels and designs

"The Carmine"

Değişik şarap şişelerine ve etiket tasarımlarına bakarken, Francis Ford Coppola Winery'e ait "Carmine" dikkatimi çekti. Tasarımın hikayesi kısaca şöyle: Francis Ford Coppola'nın babası, Carmine Coppola, oğlunun oynadığı bodrum katında sürahilerde şarap saklarmış. Bir gün Francis bir kalem alarak şişenin tutacağına geçirip sürahiyi taşımaya kalkmış ve elbette düşürüp paramparça etmiş. Sfaustine, bu anıdan yola çıkarak bu şişeyi tasarlamış. Etiketin üzerindeki notalar ise Carmine'in bestelerinden biri.

Bir ay önce, Kaliforniya'dan aldığım bir hediye, şans eseri Coppola Winery'den çıktı. Mutlu oldum. Kızının adını taşıyan, Sofia serisinden bir roze. Serin ve güneşli bir günde içilmek üzere bekliyor.

Yeri gelmişken, Sofia Coppola'nın son filmi "Somewhere" de güneşli bir gün evde izlenecekler listesine eklenmeli.

27 Mayıs, 2011

Amour, Imagination, Rêve

İlginç rüyalardan uyanıyorum. Yalnızca rüyalardan değil, rüyalarımın içinde başka başka rüyalardan. Bilinçaltı odacıklarında sakince gezinir gibiyim. Beni zorlamıyorlar. Sarsıcı olmalarına rağmen beni yormuyorlar. Bir şey ifade etmiyor olabilirler. Öte yandan -unuttuğum bir hikaye, bir koku, bir insan, bir renk ile yüzleşmek gibi- bir şey ifade etme olasılıkları da var.


Yüz yıkamak gibi, ferahlatıcı şarkılar dinlemeli böyle günlerde.

Great March of Anatolia

Haberlerde ve gazetelerde pek göremediğimiz, Büyük Anadolu Yürüyüşü...




23 Mayıs, 2011

"Tanzt, tanzt... sonst sind wir verloren"


Wim Wenders'in bir süredir aklındaymış büyük koreograf Pina Bausch'u anlatmak. 3D denemeye karar verdiğinde cesaret edebilmiş bu projeyi hayata geçirmeye. Pina'ya ancak üç boyut teknolojisi kullanarak hakkını verebileceğini düşünmüş çünkü.
Kendime defalarca tekrarladım. Bu filmi vizyondayken kaçırmamalıydım.
Çok ayıp. Çok.

21 Mayıs, 2011

Marian Evelyn Faithfull

Berlin'de, Barbara adlı ressam bir kadının yanında kaldığım yazdı. Odama güneş vururdu, hafta sonları bile erkenden uyanırdım. Pazar sabahları kızı ve oğlu hiç aksatmadan aynı saatte kahvaltıya gelirlerdi. Oğlu her seferinde bir iki şarkı Marianne Faithfull çalardı. Ben de müziğin sesini kısar, penceremi açardım. Mutfağın açık penceresinden sesler bana gelirdi. Keyiflenirdim. 
Bu gece, bu güzel kadın İstanbul Modern'de olacak.Çatallı sesinden dinleyeceğim onu. Bazıları ya çok sever, ya hiç sevemez. 
2011 albümünü yeni indirdim. Alıştığım keyfi aldım.





edit: Marianne Faithfull bir harikaydı İstanbul Modern'de. 'Bu şarkıyı Mick Jagger ve Keith Richards benim için yazdı ve ilk söylediğimde 17 yaşındaydım' diyerek As Tears Go By söylemeye başlayan kadın, 64 yaşın ağırlığını ve 17 yaşın güzelliğini aynı anda taşıyordu. İki tane sigara içti sahnede ve her şarkıda gülümsedi Marianne Faithfull. Broken English'ten, Strange Weather'a.
Yalnızca bu değil, seyirciler de bu güzel kadına hakkını verdiler. 60'larin ruhunu taşıyan spor ayakkabılı yaşlı amcaların ve zarif makyajlarıyla şarkılara eşlik eden teyzelerın arasına 20'lerinde gençler karışmıştı. Benim için oldukça özel bir konser oldu. Bittiğinde, hayatımın geri kalanını yaşamış gibi dinginleşmiş, henüz yaşamadığım bir hayat için ise heyecanlanmıştım.

unconscious thoughts

Bazen kötü rüyalardan uyanılır. Düşer gibi uyanılır. İçini ısıtan bir şeylere uyanmak, şanstır. 


Uzak bir şehirde, bal rengi saçlı bir kadın,  eğer yeterince şanslı isen, sana en sevdiğin Pessoa dizelerini anımsatır

'ben bir şey değilim,
asla bir şey olmayacağım,
bir şey olmayı isteyemem.
öte yandan dünyanın tüm hayalleri bendedir.'


Gün doğumlarını seviyorum.

19 Mayıs, 2011

Brazzaville

Yeni albüm keşifleri...
Bu tatil gününe çok yakıştı bu albüm. Mutlu. Huzurlu. Canlı dinlemek istedim. Grup, bu ayın başında bir ev konseri vermiş halbuki İstanbul'da.Vokalleri David Arthur Brown ilginç bir adam.18 yaşında, San Fransisco'da bir restorantta bulaşık yıkayarak biriktirdiği para ile saksafon almış. Kısıtlı bütçesi ile birçok ülke dolaşıp birçok müzisyenle tanışmış. Beck ile bir dönem güzel işler çıkarmış. Daha sonra Brazzaville grubu kurulmuş. İstanbul'la da bir çeşit bağları var. Eski şarkılarını yeniden Türk müzisyenlerle kaydederek 'Brazzaville in İstanbul' albümünü çıkarmışlar 2009'da. Jetlag Poetry ise son albümleri. Ben sevdim. Şimdilik favorim Caspien See.


Yevgeniy Ivanoviç Zamyatin


G. Orwell, A. Huxley, Ursula K. Le Guin gibi yazarların esinlendikleri yazar Zamyatin. 'Biz' adlı romanını 1920'de, Ekim Devrimi'ne bir eleştiri olarak yazmış olsa da, Rusya'da yayınlanması 1987 yılını bulmuş. Tek bir devletin hüküm sürdüğü, insanların isimlere değil numaralara sahip olduğu ve yalnızca çiftleşmek için belli saatlerde seviştiği bir dünyada, D-503 numaralı matematikçinin I-330 numaralı kadının etkisine kapılmasını ve inandığı düzeni sorgulamaya başlamasını okuyoruz kitapta. Orwell'in 1984'ü, bir anlamda Biz'in yeniden İngilizce yazılmış hali. Biz'in tek farkı, daha umut dolu bitiyor olması.
Zamyatin, düş kurdukça ve düşündükçe, savaşın hiç bitmeyeceğini söylüyor. Mutluluğun ise sürekli bir mücadelenin ta kendisi olduğunu. 

15 Mayıs, 2011

sansüre karşı bacak omuza




Bugün binlerce insan, 30 farklı ilde, 'Güvenli İnternet Hizmeti' adı altında yayınlanan yönetmeliğe karşı yürüdü. Ben, uzun zamandır bir köşede duran Minolta'mı alarak, Taksim Meydanı'ndan dahil oldum bu yürüyüşe. Diğer şehirleri henüz bilmiyorum. Ancak İstanbul'daki kalabalık beklentimin üzerindeydi. İnsanlar, yasaklanan tüm cümleleri yüksek sesle söylediler bugün. 'Blog yazmak, porno izlemek haktır' dediler. Zıpladılar. Islık çaldılar. Şarkılar söylediler. 
İşe yarar mı, tartışılır. Ama mesele bu değil. Birileri, bir şeyleri söylemek zorunda.



11 Mayıs, 2011

SlutWalk



Üç ay önce, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı Prof. Orhan Çeker, 'dekolte giyinen kadının tecavüzü göze alması gerektiğini' söylemişti. Üzerinden bir ay geçtikten sonra, benzer bir cümle, Toronto polisinden geldi: 'women should avoid dressing like sluts in order not to be victimized'. İstanbul'da bu açıklamanın üzerine bir takım protesto girişimleri olsa da, görünen o ki, Toronto'da çok daha güçlü bir hareket başladı: 'SlutWalk'. Yürüyüs, Kanada'dan ABD'ye, İngiltere'ye, Avustralya'ya, Yeni Zelanda'ya sıçradı.

Buralara gelse ne olur diye düşünüyorum. Ahlak polisimiz acaba hangi gaz bombaları, tazyikli sularla eşlik eder bu yürüyüşe.



10 Mayıs, 2011

non-stop

Bugün bir karar vermek zorunda kaldım. Bir değil, belki daha fazla. Dün de, bir önceki gün de. Birbirini etkileyen yüzlerce karar. Hangi ayakkabıyı giyeceğim, saat kaçta durakta olacağım, sunum için hangi arka planı seçmeliyim, iş yerini saat kaçta aramalıyım.
Bu büyüklü küçüklü kararlar zinciri, yaptıklarımız, yapmadıklarımız, yapmak isteyip de yapamadıklarımızdan bir hayat taslağı çıkarıyor bize. Ne kötüdür ki, üçüncü seçenek, bu taslakta asla görünmüyor.

Nasıl güzel, nasıl iyileştirici çalıyor Claudio Arrau. 
Her insan Chopin, Nocturne #1 dinlemeli. Bir zaman.

09 Mayıs, 2011

land-sick



Sorumluluklar kötüdür. Suni sorumluluklar. Hangi başlık altında oldukları önemli değil. Seni, beni, bizi köreltirler..


Öte yandan insanlar acayip yaratıklar. Oldukça acayip.

07 Mayıs, 2011

Mondovino



Şarabın yüzyıllık öyküsü anlatılıyor Mondovino'da. Aldığınız bir yudumun, bağlarda başlayıp, topraktan rüzgara, büyüklü küçüklü tanklardan beklediği meşelere uzanan öyküsü. 
Filmin başlarında, Fransa'nın Languedec durağında, yaşlı bir amca görüyorsunuz. 'Wine is dead. Let's be clear, wine is dead' diyor. Hemen ardından ekrana tüm film boyunca belli arallıklarla duyacağınız gülüşü ile Michel Rolland geliyor. 13 ayrı ülkede şaraphanelere danışmanlık yapan ünlü Fransız önolojist. Şaraphaneleri ziyaret edip, film boyunca tanklara mikro oksijen takmaktan başka öneride bulunmayan karakter. Bu sahne geçişi ile şarap dünyasının ticari çatışmalarını izlemeye, öğrenmeye başlıyorsunuz. 
'A great wine springs from love, humility, a communion with the spiritual, earth and time. It takes a poet to make a great wine. That's been replaced by wine consultants.' diye devam ediyor yaşlı amca. Baglarina bakarak. 
Güzel olan her şey bir para karşılığına sahip oluyor. Dünya küçüldükçe, bir değeri taşıyan her şey bundan payını aıyor. Bazen iyi, bazen kötü.
İzlenesi bir film. İnsanın bavulunu alıp, bu tutku dolu öyküye -bir şekilde- dahil olmuş insanların arasına karışası geliyor.